Av. Yasemin Bezirci
Emekten Ziyade Yemek
‘’Biz nasıl bu hale geldik? Biz ne ara böyle olduk? İnsanlar değişti, eskiden böyle değildi… İyiyi-kötüyü ayırt edemez olduk. İnsanlarda hiç acıma duygusu kalmadı.’’ diyoruz demesine de… Sahi biz nasıl bu hale geldik, hiç düşünüyor muyuz?
Eski insanlardan farkımız ne ki şimdilerde böyle? Sanki hiç fark ettirmeden olup/bitti her şey. Acaba biz ‘iyiliği’ mi yanlış anladık? Ya da halının altına tozu-kiri, iyilik kelimesinin altına da olup-olmadık şeyleri mi sakladık?
Her şeye kılıf uydurduk derken; her şeyi kılıfına uydurur olduk. Böylesi daha kolaydı derken; kaçınılmaz sonlarımız oldu. Daha bir iş ortaya koymadan; çok yorulan insanlar olduk. Hep bir bahanemiz oldu, bu bahaneleri o kadar çok kullandık ki; bahaneler bile normal oldu… ‘Zeki ama çalışmıyor’ diye bir deyim bulduk mesela. ‘Peki çalışmadan zekasını nasıl geliştirdi?’ diye de sormadı kimse. Anne-babasını parmağında oynatan çocuklara zeki dedik, çocuk büyüyünce de her işini halleden birileri vardı ve çalışmadı… Biz de bunu maharet gibi sunup, havasını attık. Neleri normalleştirmedik ki?
Yanlışa doğru dedik mesela. Olayın içinden kurtarır bir tarafını aldık; sanki olayın tamamı buymuş edasıyla yanlışları doğru kabul eder olduk. ‘Kader kurbanı’ diyerek; kaderi yazana suç bulduk! (Tövbe Haşa.) Kaderi böyleymiş derken; süreçleri seçimlerimizle bizim şekillendirdiğimizi unuttuk. Unutturduk da; bunu da normalleştirir olduk. Nasılsa sorumluluğu kaderi yazana attık ya, rahatladık…
Sözde ‘iyilikle’ ara bulmaya çalıştık. Bizim iyilik dediğimiz, olayları biraz daha kör topal götürmek gibiydi. Patlayan lastiğe sakız yapıştırmak misali… Gittiği yere kadar yani. Zaten alttan alana ‘sen biraz daha sabret’ diyerek bir ilişkiyi kurtardık sandık. Sonra bir baktık ki; kötü artık su katılmamış bir zalim. ‘’Ben onun o kadar da kötü olacağını bilemedim’’ diyerek sıyrıldık.
Biz nasıl bu hale geldik? Yanlışa doğru diyerek, sözde iyilikle ara bulmaya çalışarak, yanlışa/çirkine yüz çevirmeyerek… Başkasının çocuğunu ayıplayıp, kendi çocuğumuzun yanlışlarına kılıflar uydurarak. İşini yapana tüm işi yükleyip, boş gezene ‘kafa dağıtıyor’ diyerek. Bardağın dolu tarafını abartarak; boş tarafını suçlayarak…
Peki sonra ne mi oldu? İnsanlık gitti, kurtlar sofrası kaldı… Emek hırsızlığı aldı başını gitti, kısa yoldan köşeyi dönme arayışları hat safhaya ulaştı… Eskiden her şeyin bir rengi vardı; haramla helali o kadar çok karıştırdık ki; her şeyin rengi alabora bir hâl aldı. Ve öyle bir dünya da yaşar olduk ki; neyin rengi ‘iyi’ neyin rengi ‘kötü’ anlayamaz olduk. Baktık etraf nasıl yaşıyorsa; öyle yaşadık, sormadan ve sorgulamadan… Derken biz de emek vermeden yemek isteyenlerden olduk. Oysa ki…
Oysa bizler iyiyi öven; kötüye/yanlışa/çirkine yüz çeviren atalarımızın çocuklarıydık. İyi olmak; arsıza tahammül etmek değildi. Arsızlığa meylettirmemekti!Şimdilerde ‘onu kırmayalım, bunu üzmeyelim’ derken; gerçekten emek verenlerin yemeklerini zayi ettik. Neden? Arsıza mı gücümüz yetmedi, mazluma dur demek mi kolayımıza geldi?
Elimizi vicdanımıza koyalım kıymetli okuyucularım. Bugün yanlış olana dur demediğimiz, çirkine yüz çevirmediğimiz her şey; yarın bize sorulacaktır.
Altından kalkabileceğimiz cevaplar vermemiz, atalarımıza yakışan evlatlar olabilmemiz temennisiyle, haftaya görüşmek üzere kıymetli okuyucularım…