Erbakan hiç secdeden kalkmasa bile...
Saadet Partisi'nin iftar programında konuşan Erbakan öyle bir cümle kurdu ki, hem yayınlanmamış bir yazının fanusunu açtı, hem de bazı soruları zihinlerde canlandırdı.
Yazının tamamını okumadan yorum yapmaya kalkabilecek okuyucular için acele etmemelerini öneririm.
“Erbakan bu gece hiç secdeden kalkmasa bile...” başlığıyla 5 Ağustos tarihinde yayınlanmak üzere bir yazı kaleme aldım.
Fakat mübarek bir günde polemik oluşturmak istemediğimden ve tarafların hiç yok yere gerekli - gereksiz yorumlarla birbirini incitmesine, hatta abartılı ithamlarla günaha girmelerine gönlüm razı olmadığından son anda yazımı haber7’ye göndermekten vazgeçtim.
Durumdan arkadaşları haberdar ederek son anda gündem dışı başka bir yazı kaleme aldım. Fakat yazıma esas teşkil eden düşünceleri çeşitli vesilelerle şifahi olarak kamuoyu ile paylaştım. Baktım ki benimle aynı düşünceyi paylaşan hatırı sayılır bir çevre var... Fakat bahsi geçen yazıyı keşke yayınlasaydım diye hiç pişmanlık duymadım. Çünkü niyetim polemik oluşturmak değildi.
Yazı başlığındaki ‘Bu gece’ ifadesinden amaç, yazı günüm olan 5 Ağustos 2009 Çarşamba akşamının Beraat Gecesi’ne denk gelmesiydi.
Sayın Erbakan’ın başka zaman değil de, neden özellikle o gece secdede daha fazla kalması önerisinin nereden kaynaklandığına gelince...
Çünkü o gün, yani 5 Ağustos 2009 tarihinde, Refah Partisi ve Fazilet Partisi eski milletvekili, Refah Partisi’nin eski İstanbul İl Başkanı Sayın Mehmet Ali Şahin’in Meclis Başkanı seçilmesiyle sonuçlanacak olan 3. tur oylama vardı. Nitekim seçildi de...
Gelelim yayınlanmayan yazıdaki kritik mevzuya...
Bir siyasi hareket düşünün ki, kurduğu partiler birbiri ardına kapatılmasına, sistem tarafından sürekli örselenmesine rağmen, çok da uzun olmayan bir gelecekte o siyasi hareketin önemli isimlerinden 3’ü gün geliyor hem de aynı anda devletin en önemli makamlarına geliyor, koltuklarına oturuyor.
Bu isimlerden biri Çankaya Köşkü’nde cumhurbaşkanlığı koltuğunda, diğeri Meclis Başkanlığında, bir diğeri de Başbakanlık koltuğunda oturuyor.
Eğer siz bir siyasi hareketin öncüsü olsanız ve kendi ellerinizle yetiştirdiğiniz evladınız nispetindeki kişiler aynı anda cumhurbaşkanlığı, meclis başkanlığı ve başbakanlık koltuğunda oturuyor hale gelseler, bu üçlü sacayağının tamamlandığı günün gecesinde idrak edilen Beraat Kandili’nde ellerinizi Yüce Yaradan’a kaldırdığınızda ne derdiniz?
Yıllarca emek verdiğiniz hareketinizin bir ürünü sayılabilecek bu isimleri Türk siyasi hayatına kazandırdığınızdan dolayı yaptığınız yanlışlık nedeni ile Allah’tan bağışlanma mı dilerdiniz, yoksa o günleri gösterdiği için şükreder miydiniz?
Elbette ben bu sorunun cevabını bilmiyorum.
Şimdi bazı okuyucularımız haklı olarak, madem o zaman böyle bir yazı yazdın, çeşitli nedenlerle yayınlamaya gerek görmedin de, bugün neden mevzuyu yeniden açtın diyebilirler.
Efendim, aslında mevzuyu ben açmadım. Bizzat Sayın Necmettin Erbakan telaffuz etmiş bazı cümleleri... Bu nedenle bir köşesinden mevzuya hafif temas etme gereği duydum. Dilerim yanlış anlaşılmaz.
Fiilen iktidar...
Saadet Partisi'nin dün akşam Konya'daki iftar programında bir konuşma yapan ve Milli Görüşün bu yıl 40. yılını kutlayacağını söyleyen Sayın Necmettin Erbakan, 'Eşi başörtülü biri Cumhurbaşkanı oluyorsa bu sizin eseriniz' demiş ve eklemiş: “40 sene geçti, istense de istenmese de Türkiye'de fiili hakimiyet milli görüştedir. Fiilen iktidar oldunuz. Şimdi meselemiz bunu hukuki iktidara çevirmektir. Bugün Türkiye'de hanımının başı kapalı olan biri Cumhurbaşkanı olabiliyorsa bu sizin eserinizdir” demiş.
Sadece cumhurbaşkanı değil, yanlış hatırlamıyorsam belki de eşi başörtülü Meclis başkanı da ilk kez şimdi oluyor. Kabinenin diğer üyelerini, bürokratları ve daha başka diğer örnekleri saymaya gerek bile görmüyorum.
İşte tam bu aşamada 2 kritik soru gündeme geliyor:
Madem gelinen nokta Milli Görüş’ün bir eseri, bu makamlarda şu an oturanlara karşı bu öfke, bu sert tavırlar, hatta bazılarınca ihanet ve tekfir arasında ağır yakıştırmalara varan amansız eleştiriler neden?
İkinci olarak da, eğer şu an bu koltuklarda oturan isimlerin Milli Görüş çizgisinden çıkmış eski müntesipler olduğu düşünülüyorsa, bundan sonraki isimlerin çizgi içinde kalacağının güvencesi, garantisi ve teminatı nedir? Kime ne kadar güvenilecektir.
Benim işim yazarlık ve gözümün gördüğünü analiz etmeye çalışmak. Kendimi tartışmaların tarafı gibi algılamıyorum. Bir partiye angaje gibi bir durumumuz hiçbir zaman olmadığından, onun verdiği esenlik ve rahatlıkla hareket ediyoruz. Kalem ve düşünce özgürlüğü gibisi var mı?
İşimiz gazetecilik ve özünde de soru sormak.
Netice-i kelam şudur: Sizce Sayın Erbakan şu mübarek gün ve gecelerde, ‘sebep olan yapan gibidir’ hükmü çerçevesinde, bazı isimleri Türk siyasi hayatına kazandırdığı ve bugünlere gelmesinde katkısı olduğu için sabahlara kadar gözüyaşlı bir şekilde nedametle istiğfarda mı bulunmalıdır, yoksa, bugünleri gösteren Allah’a hamdolsun diyerek şükür modunda mı olmalıdır? Secde anlarında kalbinden geçen acaba nedir?
Uzun secdelerde yaşanan pişmanlıktan kaynaklanan istiğfar mıdır, yaşananları lütuf gibi algılayıp şükran duyguları ile eğilmek midir? Acaba bu durum Sayın Erbakan’da hangi duygularla tezahür ediyor?
Ben Sayın Erbakan adına empati yapıp soruya cevap bulabilecek durumda değilim. Eğer bileniniz varsa, takdir elbette sizindir...
Şu siyaset denilen illet yok mu, tarih boyunca kaç kez kırdırdı, kardeşi kardeşe..
İyi ama ne uğruna? Şu kısacık fani dünya saltanatı için bu didişmeye değer mi?
Prof. Dr. Osman ÖZSOY – Haber 7