M. Faik Özdengül
Esaret ve Varlık
Yazacak çok şey var. Ya da hiçbir şey.
Amaca bağlı. Niyete demek daha doğru belki.
Sonuca mı odaklanmalıyım yazarken? Ya da yazma sürecine mi?
Her önemli kuruluşun bir sloganı vardır bilirsiniz. Reklam olacak belki olsun. Ulusoy firmasının sloganı “Tam Zamanında” ve yanlış hatırlamıyorsam MNG Kargo için “Daima Önde”. Daha bir sürü, uzatmak istemiyorum. İnsanların da sloganları olmalı. Kendini adadığı bir hedef, bir anlam. Bu yaşamı da kolaylaştırır. Hızlı karar vermenizi sağlar. Benim de var: “İnsanların Hayırlısı İnsanlara Faydalı olandır”. Olabildiğince, yapabildiğimce uygulamayı hedefledim. O zaman yazılanlar da buna uygun olmalı.
Geçen haftayı düşününce yaşadıklarımıza ilişkin yazmak istemiştim. Şimdi fikrimi değiştirdim. Karar sürecinde yer almadığımız kişi ya da olaylarla ilgili konuşmak ve yazmaktansa ana yolda ilerlemek daha doğru diye düşünüyorum. Ana yol, hep gereken bilgiler. Deniz feneri gibi. Olaylar, şartlar, yaşananlar ne olursa olsun başucu kitapları, kendi gerçeğimize ulaştıran sözler, içe döndüren ışık kısaca yapayalnızken bizimle olabilecek türden.
Bir film ve bir kitaptan söz edeceğim bugün.
Film Jack Nicholson ve Morgan Freeman’ın baş rolde oldukları Rob Reiner filmi. İngilizce adı “Bucket List” (http://thebucketlist.warnerbros.com). Türkçe vizyondaki ismi: “Şimdi Ya da Asla”. Kanser oldukları ve sadece 6 ayları kaldığı söylenen ve birbirini tanımayan iki yaşlının hastane odasında başlayan birliktelikleri ile ilgili. Bir liste yaparlar ve kalan aylarını değerlendirmeye çalışırlar. Bu insanlar için ne kapatılacak partilerin, ne ırk ayrımının, ne hangi yatırımın daha çok getirisi olacağının, ne kişisel kavgaların, ne tuttukları takımın, ne sınavların, ne kimin haklı olduğunun, ne de komplo teorilerinin bir önemi kalmamış gibi görünmektedir. Sadece kendi yaşamlarının anlamı. Neye yaradıkları, ne ifade ettikleri, neyi yapıp yapmadıkları. Böyle devam eder film. Zaman zaman acı gülümsemeler. Ve finalde beklenildiği gibi gözyaşları.
Gözyaşı gülümsemekten hep daha önde. Hayata başlarken de biterken de mutlaka en çok o. İkisi birlikte mutlaka ama birisi hep daha önde. Ömer Seyfettin’in bir sözü geldi aklıma: “Her esprinin altında mutlaka bir acı saklıdır”. Birisi için komik olan diğeri için acıdır. Karda kayarken düşen birisinin canı yanar diğerleri güler. Doğarken ağlayan çocuğa etrafındakiler güler. Ölürken gülümseyen insan diğerlerini ağlatır. Ya da tersi.
Gülümsemekle gözyaşını birlikte barındıran bir film. Seyretmenizi öneririm.
Diğer önerim bir kitap. Adı : “Sudaki Kitap”. Orijinal adı: “The Drowned Book”. Coleman Barks ve John Moyne derleyenler. Doğan Kitaptan çıkmış. Hz. Mevlana’nın babası Bahaeddin’in oğlu Mevlana’ya öğütleri diye tanıtılıyor. Sudaki kitap, onüçüncü yüzyıldaki Sufi düşüncesini ve bu düşüncenin doğa, insanlık ve hayatın gizemlerini yorumlayışını inceliyor. Bahaeddin, esprili ve derin içerikli notlarıyla, oğlu Mevlana’nın ardında bıraktığı manevi ve entellektüel mirasın daha iyi anlaşılmasını sağlıyor. “Sürekli okuduğun ve anlattığın şeyleri yaşamanın zamanı geldi” dediği bu aslında. Kitap Sultan-ul Ulema’nın günlüğü bir bakıma. Kısa güncelerinden oluşuyor. Bir insanın günlüğüne ulaşmak ve okumak nasıl da yakınlaştırıyor sizi ona!
Coleman Barks otuz yıl boyunca Georgia Üniversitesinde nesir ve şiir dersleri vermiş. Son otuz yılını ise Sufizm ve Mevlana eğitimine adamış ve halen bu alandaki çalışmalarına devam etmekteymiş. John Moyne ise New York Şehir Üniversitesi’nden emekli olmuş bir dilbilim ve bilgisayar profesörü.
Kitaptan sizler için kısa bir bölümü alıntılamak istedim ve rasgele bir yer açtım şimdi.
Çok ilginç!
Esaret ve Varlık başlığı altında kahkaha ve gözyaşını anlatan bir bölüm:
“Bir insan esaret altında varlığın hazzını duyabilir mi diye soruyorlar. Ben de diyorum ki Yakub’un oğlu Yusuf bunu yaşadı. Çünkü ne olursa olsun doğruluktan şaşmadı. İyi bir adam tabiatına aykırı bir şey yaptığında derin bir huzursuzluk duyar. Aynı zamanda çektiği vicdan azabı ve kendisiyle başkalarını içine soktuğu acı durum için mutlu olmalıdır. Hatta hatasını kabul ederken çektiği zorluk için de. Arınmak için ağlayıp yakarır. Bu ağlamanın ve Tanrı sevgisinin yeterli olduğunu dileyelim. Kahkaha ile gözyaşı arasında her zaman bir meddu cezir( gel git) vardır. Ağlarken insan ayrılık duygusunu hisseder. Ardından gülerken yine varlığın içinde olduğumuzu biliriz. Asla terk etmemişizdir. Bu şefkatin içinde büyüyen çocuk mutludur. Ardından sessizleşir ve üzerine bir hüzün çöker. Varlığın içinde var olma hissi azalır. Yalnızca zikirden vazgeçmeyen kimse bu hazzı hiçbir zaman kaybetmez”.
Faydalı bir hafta dileğimle…