Prof. Dr. Ramazan Altıntaş
Ev'e dönüş çağrısı
Bu sene Diyanet İşleri Başkanlığı ve Türkiye Diyanet Vakfının düzenlediği “Kutlu Doğum Haftası” etkinliklerinin ana konusunu “ailenin önemi ve değeri” oluşturmaktadır. Çünkü aile fıtrî bir kurumdur. İlk insanla birlikte var olmuştur. Bu bağlamda aile, evrensel bir kurumdur. Çünkü milletlerin tarihteki sürekliliğinin temelinde aile vardır. Kur’an’ın bu konuda çağrısı bütün insanlığa yöneliktir. Hz. Âdem ve Havva’nın şahsında tek bir nefisten yaratılan insanoğlu, Allah’a karşı sorumluluk bilincini yerine getirmelidir. Kur’an’da bir insan prototipi olan Hz. Âdem’e hitap, bütün insan unsuruna hitaptır. Bakara Suresi’nin 35. âyetinde; Hz.Âdem, eş, mesken ve cennet kavramlarının birbiri ardınca kullanılması “bir değer olan aile” için son derece önemli bir anlatım biçimidir. Zira Âdem olmadan Havva olmaz; Havva olmadan da Âdem olmaz. Her bir eş, birbirini tamamlayan bir bütünün parçaları gibidir.
Kur’an’da Hz. Âdem’in eşiyle ikamet edeceği mekânın adı, “mesken” olarak ifade edilir. Mesken, içinde sükûn, huzur bulunan ev anlamına gelir. Bu bağlamda dünya meskenleri, mesâkini tayyibe olan cennetle ilişkilendirilmiştir. O halde İslam ailesinin evi, salt mimari anlamda değil, manevi ve ahlaki anlamda da bir mesken olarak huzur bulunan bir dünya cennetine dönüştürülmelidir.
Bilindiği gibi çekirdek aile, anne-baba ve çocuklardan oluşan bir kurumun adı olarak tanımlanır. Yerine göre geleneksel aile kurumlarında bir-kaç nesil birlikte yer alabilmektedir. Böylesi ailelerde dünyaya gözlerini açan çocuklar, en az iki neslin değerler planında tecrübelerini kazanırlar ve sosyalizasyon sürecine çok çabuk katılırlar. Böylece hem özgüvenlerini elde etmiş ve hem de sorumluluklarının bilincinde bireyler olarak hayata merhaba derler. Her iki aile tipinden anladığımız kadarıyla, aileyi oluşturan anne-babalar aynı meskeni paylaşacaklar, demektir. Ayrı ayrı mekânları paylaşan ve bazen de ortak bir mekânda bir araya gelen bireylerin yaşantısına gerçek anlamda aile denemez.
İslam ailesinde ortak bir mekân olan meskeni birlikte paylaşan aile fertleri helalinden olmak üzere yeme-içme konusunda özgürdürler. Burada, adı üzerinde sükûn ve huzur bulunan mekânlar anlamına gelen meskenlerde yaşam biçimini belirleyen kurallar, Allah’ın sınırlarını çizdiği; helal-haramlardır. Bu duyarlılık A’dan Z’ye yaşamın tüm alanlarıyla ilgilidir. İslami anlayışta, meskenliğin olmazsa olmaz ilkeleri buna göre işler. Karşılıklı sevgi, ilgi, şefkat, adalet, nezaket, hoşgörü, uyum, paylaşma, sadakat gibi yüce ahlaki değerler böyle bir mekânda hayat bulur. Hiç şüphesiz bu ahlaki değerler eşler, çocuklar ve diğer fertler arasında sevgi köprülerinin kurulmasında ana gövdeyi oluşturur.
Kur’an’da Hz. Âdem ve Hz. Havva’nın şahsındaki uyarılarda “ağaç metaforu”yla haramlar dile getirilir. (Bkz. Bakara, 35). “Bu ağaca yaklaşmayın” çağrısı, “Allah’ın çizdiği sınırları ihlal etmeyin” anlamınadır. “Allah’ın koruluğu”nu ihlâl, herhangi bir ağacın gövdesine giren ve onu içten içe çökerten kurtçuklar gibidir. Bu sebeple, ahlaki değerlerin yerlerde süründüğü münkere ayarlı toplum yapılarında bu sınırlar çoktan ihlal edildiği için, insan, Allah’a itaatten çıkmış ve zulmün sınırları içerisine doğrudan girmiş olur.
Yaşadığımız modern zamanlarda Batı’da aile yapısı bitmiştir. Gücünü aşkın değerlerden almayan bir kurum olan ailenin bir anlamı kalmadığı için, seküler insan aile düzenini bitimsiz zevkleri önünde bir bariyer olarak görür. Bu sebeple de dine ve ahlaki değerlere karşı akıl almaz bir saldırganlık içerisine girer. Ondokuzuncu yüzyıl Batı toplumlarından ithal edilen ve yeni bir durum olan ‘tekil aile’ olgusu, bugün, bizim gibi geleneksel toplumları da etkilemektedir. Bu konuda topluma önderlik yapan bazı kimselerin (sanatçı vb) filtresiz sınır tanımaz nikahsız hayatları aile yapımızı derinden sarsmakta ve bunun olumsuz etkileriyle gençler, evlilik kurumundan kaçmaktadırlar. Hiçbir ahlaki ve dini kural tanımayan modernite şeytanı, hasbi olan insanî ilişkilerini dağıtmakla kalmadı aile yapılarını da tarumar etti. Modernite şeytanı, çağdaş insanın ayağını el-Hak olan ilahi vahiyden kaydırınca, ahlaki anlamda düşüşler birbirini izledi. Hala modern dünyada bu düşüşler yatay bir şekilde değerler alanında olanca hızıyla devam etmektedir.
Modernite şeytanın en büyük kötülüğü, kadın-erkek rollerindeki değişim alanında meydana geldi. Fıtratı bozulan insanın hayata, insana, tabiata ve tüm canlılara bakışı bozulmakla kalmadı, davranış biçimleri de bozuldu. İslam inancına göre mülk, Allah’ındır. Allah’a rağmenliği önplana çıkaran insan, “bu beden benim, istediğim gibi kullanırım” dedi. Allah’a rağmenliği önplana çıkaran bir bayan, “ben ömür boyu bir adama ait olamam” dedi. Aynı şekilde “bir erkek de ben de ömür boyu bir kadınla yaşayamam” dedi. İşte, aşkınla bağlantısını kesen bir aklın varacağı son durak budur. Böyle bir zihniyette artık ‘kadının adı’ yoktur. O bir meta haline dönüştürülmüştür. Onun için bu materyalist zihniyet kadın mefhumunu “eğlenilecek kadın, evlenilecek kadın” diye bir tasnife tabi tuttu. “Evlenilecek kadın” mefhûmu, meşrû bir sözleşmeye dayalı olmayan salt birlikte yaşam şeklinde bir anlam kazandı. Çünkü modern insanın zihninde özgürlük, Allah’tan kayıtsızlık olarak tanımlanmıştı. Hâlbuki Batı da böyle bir yaşam modeli, yıkım getirdi. Örneğin, İskandinav ülkelerinde “birlikte yaşam” adı verilen ve yasal bir sözleşmeye dayalı olmayan kadın-erkek ilişkileri neticesinde doğan çocuklar, gelişi güzel sokağa bırakılmasın diye kent belediyeleri sokaklara “bebek kutuları” yerleştirdi. Çünkü modernite şeytanının ürettiği nihilist ve hedonist bireyler, kendi çocuklarına bile bakamayacaklarını deklare ettiler. Bu sebeple kent belediyeleri bu kutulara bırakılan çocukları alarak, gösterişli, şaşalı ve teknik donanımı güçlü çocuk yuvalarına taşıdılar. Son teknoloji harikası olan binalar ve yeni albenili tasarım biçimlerine paralel olarak görevlendirilen bakıcılara emanet edildi bu çocuklar. Düşünün bir defa, öz ve öz anne kucağından uzak çekici binalarda çekici bay ve bayan bakıcılara emanet edilerek yetişen bu çocuklar yarın yetişkin hale geldiklerinde; sevgiyi, şefkati, merhameti, paylaşmayı, hakkı, hukuku bilirler mi? Böylesi ortamlarda yetişen bu çocuklar, topyekûn varlığa merhametle bakan nesiller mi yoksa annesini, en yakın arkadaşını vahşice kesen, evleri, sokakları, çarşıları, arabaları ateşe veren, dükkânları yağmalayan cinnet geçirmiş vandalist isyanları oynayan nesiller mi olurlar? Bugün Avrupa ve ABD gibi toplumlarda her türlü metafizik kayıttan bağlarını koparmış olan yeni nesiller yasal evlilikten kaçıyor. Hele hele kadınlar hiç doğurmak istemiyor. Bu sebeple gittikçe nüfus düşüyor. Treni kaçırdıklarının farkına varan ve uykularından geç uyanan yöneticiler, aile kurumunu yeniden kurtarmak için büyük çaba içerisine giriyorlar. Bazı devlet yöneticilerinin halkın önüne sık sık eş ve çocuklarıyla birlikte çıkarak arz-ı endam etmelerinin sebebi budur. Bir değer olan aile kurumunu yeniden ihyâ etmenin yolu, insan fıtratına aykırı reçetelerden geçmiyor, ev’e dönüşün yolu, yeniden 1400 sene önce insana uzatılan Hidâyet’e tabi olmaktan geçiyor.