Fatma Şeref
Gerçi Hiç Gitmemişsin Ama…
Yalnızlık insanın doğasına aykırı bu yüzden dostluk fıtratımızda var der Şems-i Tebrizi bizde bunu hisseder ama yine de sorgular dururuz neden bu kadar önemli diye. Mevlana da der ki: Mademki Peygamber Efendimiz; Mü’min mü’minin aynasıdır’ buyurdu; Ne diye aynadan yüz çeviriyoruz…
Tüm bunları biliriz ama gerçek bir dost bulamadığımızdan dem vurur, şikâyet ederiz. Gerçek dost olabilmeyi sonraya erteleriz. Oysa dostluk beklentisiz belki de karşılıksız bir sevme düzeyi olduğundan insanın kendi ben’ini aşması için yegâne yol olarak gözükmektedir. Belki kadim kültürümüzde bu kadar öne çıkarılmasının sebebi de budur. Beni aştıktan sonraki aşama ise ‘biz’ ide aşmaktır.
Önce “ben” den vazgeçecek insan; sonra da kendine göre anlaştığı uyuştuğu veya kendini ait sandığı bir grupla toplulukla olunca da diğer topluluklara karşı “biz, biz” demeyecek. Çünkü insan kendisi için istediğini başkaları içinde istemedikçe yani adil olmadıkça olgun bir insan olamayacağı gibi yetkin bir mümin de olamaz. Ve evrende her şey ait olduğu yere konulmadan yani hak yerini bulmadan hiç kimse huzur bulamaz. Allah kâinatı bir denge ölçü ahenk içinde yaratmıştır. Kime yapılmış olursa olsun en ufak bir zulüm tüm ahengi bozar ve herkes bundan payını alır. İşte bu yüzden önce ben’den sonra biz’den bile vazgeçip adil ve bağımsız düşünebilmenin yolu öğretilir gerçek tasavvuf kültürümüzde. Yine Mevlana’nın dizeleri ile söyleyelim:
Gel, gel;
Daha yakına gel!
Beni, benliği;
Bizi, bizliği bırak!
Çabuk gel;
Vakit geçirmeden gel!
Gel, daha yakına gel!
‘biz’den de, ‘ben’den de vazgeç; gel!
‘sen’lik ve biz’lik yok oluncaya kadar gel!
Öyle bir gel ki;
Ne sen kalasın, ne de biz…
Peki, neden ben’i biz’i aşmak bunlardan geçmek neden? Aşmazsak Yakın menfaat uğruna asıl amacımızı kaybediyor insanlığımızdan oluyoruz.
Bir gün Mevlâna öğrencileriyle birlikte Konya sokaklarında dolaşırken, yıkık bir evin önüne geçiyorlardı. Birkaç “köpek” o evin bahçesini mekân tutmuş birbirleriyle güzel güzel oynaşmaktalar. Bu durumu gören gençler Mevlâna’ya dönerek; efendim, derler, bakın şu aşağıladığımız köpeklere. Biz insanlardan daha iyi geçiniyorlar, kavga etmeden yaşayabiliyorlar. Mevlâna hiç cevap vermez. Bir öğrencisini gönderip kasaptan bir ciğer alıp getirtir ve o köpeklerin arasına atar. Ciğeri kapma yarışına giren köpekler birbirlerini parçalarcasına bir kavgaya tutuşurlar. İşte o vakit öğrencilere döner ve gördünüz ya, der. Dünya malına tapan insanların dostlukları da aynı böyledir. Arada bir menfaat yokken güzel güzel geçinirler; ancak aralarına maddi veya manevi bir dünyalık girince eski günlerini hatırlarına bile getirmez, birbirleriyle kavga eder dururlar. O zaman da “insan”lıktan çıkıp bu hayvanların safına geçerler… Diye açıklar. Öyle ise:
Gel, gel de birbirimizin kadrini, kıymetini bilelim;
Çünkü belli olmaz, birbirimizden ansızın ayrılabiliriz.
Mademki Peygamber Efendimiz; ‘Mü’min mü’minin aynasıdır’ buyurdu;
Ne diye aynadan yüz çeviriyoruz?
Kerim olan kişiler, dostları uğruna canlarını feda ederler.
Köpekliği bırak, biz de kerim insanlardanız.
‘Kul e’uzü’leri, ‘Kul hüvallah’ları neden birbirimizi sevmek için okumuyoruz?
Garazlar, kinler dostluğu karartır, gönlü yaralar;
Ne diye garazları, kinleri gönlümüzden söküp atmıyoruz...
Mesnevî’deki sözlerden maksadım senin sırrındır; onu şiir halinde söylemekteki muradım senin sesindir. Mesnevî, masal diyene masaldır; fakat bu kitapta halini gören, bu kitapla kendini anlayan kişi de er kişidir. Biz neye bu derecede söze daldık? Hikâye söyleyelim derken hikâye olduk gittik!
İş bilen, söz anlayan adama bu söz, hikâye değil. Halimi anlatıyorum ben, her an her dem Sevgili’nin huzurundayım ben!
Aslında herkes bunları bilir de sorumluluklarına, işine gücüne dünya telaşına dalar gider bazen . O yüzden dostların birbirine arada hatırlatma yapması iyidir:
Gel, gel!
Gerçi hiç gitmemişsin ama gene de gel…
Hayırlı Cumalar