Prof. Dr. Ramazan Altıntaş
Hâricî islam yorumu
İslam düşünce tarihinde dışlamacı bir siyaset izleyen tekfirci zihniyetlerin egemen olduğu dönemlerde toplumsal barış bozulmuş, Müslümanlar arasında birlik ruhu zaafa uğramıştır. Hâlbuki İslam’a mensûbiyetin asgarisi, ilâhi öğretiyi kalb ile tasdik etmektir. Bir kimseye Müslüman isminin verilmesi, doğrudan dini emir ve yasakları yerine getirip getirmemekle ölçülemez. İtikattaki hata ile ameldeki hata bir kabul edilemez. Amel, imandan ayrıdır demek başka bir şey, imanın korunması için amel gereklidir demek, başka bir şeydir. Dolayısıyla, zarûrât-i dîniyyeden olan bir şeyi inkâr etmeyen kimse kâfir sayılmaz.
Günümüzde ortaya çıkan tekfir hareketleri (dâış, boko haram, el-şebâb vb. ) büyük ölçüde itikadi olmaktan ziyade siyasî ve tepkiseldir. Kur’an-ı Kerim’de açık bir beyâna ve kesin bilgiye dayanmadan ve siyasî tarafgirlikten dolayı Müslümanların birbirini küfürle itham etmeleri yasaklanmıştır:
“Ey iman edenler! Allah yolunda sefere çıktığınız zaman, gerekli araştırmayı yapın. Size selâm veren kimseye, dünya hayatının geçici menfaatine (ganimete) göz dikerek, “Sen mü’min değilsin” demeyin. Allah katında pek çok ganimetler vardır.” (Nisa 94). Ayrıca tekfirden sakınmak konusunda Hz. Peygamber’den gelen ağır uyarılar da sözkonusudur. O uyarılardan bazıları şöyledir:
“Kim bir insanı/müslümanı kâfir diye çağırırsa yahut öyle olmadığı halde, “ey Allah düşmanı” derse, söylediği söz kendisine döner.” (Müslim “İman” 27).
“Mü’mine lanet etmek onu öldürmek gibidir. Bir mü’mini küfür ile itham eden onu öldürmüş gibi olur.” (Tirmizi “İman” 16).
“Bir insan (Müslüman) kardeşine; “ey kâfir” diye hitap ettiği zaman, ikisinden biri bu sözü üzerine almış olur. Şayet söylediği gibi ise küfür onda kalır, değilse söyleyene döner.” (Buhari “Edeb” 73).
Hz. Peygamber’in izinden giden bir Müslüman, kesin bir delil bulunmadıkça bir takım ihtimallerden hareketle Müslüman kardeşinin küfrüne hüküm veremez. Çünkü bir müslümanın küfrüne hüküm vermek, Allah katında cezaların en büyüğüne hüküm vermek anlamına gelir. Bu konuda bizim takip etmemiz gereken yöntem; tekfir siyaseti değil, İslamlaştırma siyaseti olmalıdır. Bu konuda dışlamacı değil, kuşatıcı bir İslam yorumunu benimseyen Ebu Hanîfe’nin iman-amel konusundaki görüşleri yol göstericidir. Nitekim o, yaşadığı yüzyılda terör ve şiddete başvurarak Müslümanların kanını dökmeyi helâl ve mübah gören Hâricî İslam yorumuna karşı fikri temelde mücadele etmiştir. Ebû Hanîfe’ye göre, bir Müslüman, helâl saymaması şartıyla, büyük günahlardan herhangi birini işlemesiyle kâfir sayılmaz. Bu durumdaki bir kimseden iman ismi kaldırılamaz.
Görüldüğü gibi Ebû Hanîfe, iman ve ameli birbirinden ayrı olarak değerlendirmiştir. O, İslam alanını daraltan zihniyetlere karşı çıkar ve kolay kolay tekfir lafzını telaffuz etmez. Bu konuda onun bakışı açısı şöyledir: “Kıble ehli mümindir. Onları terk ettikleri herhangi bir ilahi emirden dolayı imandan çıkmış kabul etmem. İmanla birlikte dini emirleri işleyerek Allah’a itaat eden kimse bize göre cennet ehlidir. İman ve ameli terkeden kimse ise, kâfir ve cehennemliktir. İmanı bulunduğu halde, farizaların bazısını terkeden kimse, günahkâr mümindir. Onun azap görmesi yahut affedilmesi Allah’ın dilemesine bağlıdır.”
Öte yandan Mâtürîdî ve Eş’arî gibi Ehl-i Sünnet âlimleri de Ebu Hanife’nin “Ehl-i kıbleden olan Müslüman’ı küfre nispet etmeyiz” görüşünü benimsemek suretiyle iman-amel konularına yaklaşmışlar ve farklı yorum sahiplerini küfre nispet etmekten şiddetle kaçınmışlardır. Dolayısıyla Ehl-i kıble tekfir edilemez. Çünkü herhangi bir mü’mini küfürle itham etmek, onu dışlamak ve İslam dairesinin dışına çıkarmak anlamına gelir. Böyle bir tavır, İslam’ın gönüllerde taht kurmasına engel olabileceği gibi, mezhep çatışmalarına da yol açar ve Müslümanların güçlerini kaybetmelerine neden olur.