İhsan KAYSERİ

İhsan KAYSERİ

Bu haftaki konuğumuz bizim camiamızdan bir isim: İhsan Kayseri. Sayın Kayseri kendisinin bilinmeyenleri ile birlikte Konya yakın tarihine de ışık tutarak, sizlerle güzel anılarını paylaştı.

Konya’nın meşhur ve meçhul yüzleri

İhsan Kayseri

 

Hazırlayan: UĞUR ÖZTEKE

 

KAYSERİ’DEN KONYA’ YA

 

İhsan Kayseri anlatıyor: Dedem Lütfi Efendi 1890’lı yılların başında Kayseri’den Konya’ya Konya’da bulunan binbaşı amcasının yanına gelmiş ve burada ticarete atılmış. Dedem zamanın en iyi tüccarlarından birisiymiş. Altınapa Un Değirmeni’ni işletir, yol müteahhitliği yapar, askeriyenin postal, et gibi gıda ihtiyaçlarını görürmüş. Ankara’da un fabrikası varmış, Konya’ya ilk özel otomobil şoförünü de dedem getirmiş. Bu kadar yerlere gidip gelmek için o tarihlerde dedemin özel şoförü varmış.

 

ANNEM PİYNİRCİ OMARLAR SÜLALESİNDEN

 

Babam doğma büyüme Konyalı, ‘Kayseri’ soyadını soyadı kanunu çıkınca almış. Konya’ da dedeme ‘Kayserili Lütfi Efendi’ dendiği için Kayseri soyadını almışlar. Annem Şerife Hanım da doğma büyüme Konyalıdır. Şerife hanım Konya’nın yerlisidir ve  Piynirci Omarlar sülalesinden Hasan Erişkon’un kızıdır. Biz; ben Sabiha ve Lütfiye olmak üzere üç kardeşiz.

 

İLK OTO TAMİRCİSİ

 

Babam Karaman Caddesi Dedemoğlu Mahallesi’nde dünyaya gelmiş. Ben de aynı mahallede aynı evde 1 Ocak 1947 yılında dünyaya geldim. Babam sanat okulunu bitirmiş, askerliğini sivil makinist olarak Hatay’da, Afyon’da yapmış daha sonradan da şimdiki Saray Çarşısı dediğimiz yerde eskiden ben de hatırlıyorum Zincirli Han vardı… Bu han hükümet meydanında olduğu için de yani bugünkü beş yıldızlı ayarında bir handı. Bu hanın bahçesinde ilk otomobil tamirciliğini açan kişidir babam. Bu nedenle ben de babam da Konya’nın sosyal, ekonomik, siyasi hayatını okuyarak değil yaşayarak öğrenmiş kişiyiz.

 

KONYA’NIN SABİLESİ

 

Ben bizim evden gelirken hükümetin oradan geçmek istemezdim, çünkü o tarihlerde hükümet meydanında bulunan ve Konya’nın çok sevilen bir Sabilesi vardı. Bu Sabile benim gibi 4- 5 yaşlarındaki çocukları öpmeden bırakmazdı. Ben de o zamanlar kısa pantolonlu ve beyaz gömlekli, başında da güzel bir beresi olan çocuktum… Beni gördüğü zaman öpmeden asla salmazdı. Ben de buna öpülmemeye çalışırdım ama o ne yapar yapar beni mutlaka öperdi. Ben de beni Sabile öptü diye dakikalarca ağladığımı hatırlarım. O günün renkli simalarından birisi idi Sabile, bir başka renkli sima ise Ali Hoca isminde bir zattı. O zat çok büyük bir kişi idi. Hangi sokakta olursa olsun onu hep kitap okurken görürdük ve kendisine bazı sorular sorardık. Bize cevap verirdi. Bir gün babama bir şoför anlatıyordu:

Usta Karaman Caddesi’nden gelirken Karaaslan civarında Ali Hoca el kaldırdı ben de duramadım, bastım gaza geldim. Bir de ne göreyim: Uluırmak Mezarlığı’nı geçtim Ali Hoca kaldırımda yürüyor. O anda durmadığıma o kadar pişman olduğum…

Bu hikâye ile Ali Hoca’nın büyüklüğünü bir kez daha görmüş olduk.

 

EKMEKÇİ HAYIK, ERMENİ DÖKÜMCÜLER…

 

Mesela küçüklüğümüzde ‘Hayık’ vardı, ‘Ekmekçi Hayık’ diye bir zat... Herkesin evine ekmek dağıtırdı ve sonunda da kendi evine gittiği zaman parasını sonradan yazarmış, aylık olarak hesap görürmüş, bu kadar da zeki bir kişi idi Hayık. Bugünlerin insanları tanımaz ama Konya da dökümcülük sanayini geliştiren Panos ve Kirkor Özararat kardeşler de yaşardı. Konya’mızda bunlar ermeni olmalarına rağmen Konya’yı Konyalıları asla terk etmediler. Hatta bir gün Panos abi lisede okuyormuş. Din dersi öğretmeni sınıfta ezan okutuyormuş, o gün derste en iyi ezanı Panos abi okumuş. Hoca da ‘evladım siz bu ezanı nereden öğrendiniz?’ diye sorduğu zaman Panos abi ‘Hocam bizim evimiz caminin tam karşısında. Bunun için de ben her gün ezan sesi ile uyanırım’ demiş.  

 

CAMIZ KAYMAĞINI UNUTAMIYORUM

 

Benim doğduğum ev daha önceden de bahsettiğim gibi Dedemoğlu Mahallesi’nde. Burası Karaman Caddesi ile Sarıyakup Camisi’nden gelen caddenin köşesinde üç katlı konaktı. Dedemin maddi durumu iyi olduğu için evimizde Meram’daki bağımızda fakir çocukları da yetiştirmiş, kızları gelin etmiş erkekleri de evlendirmiş. Şimdi bu sosyal olayı Konya’mızda görmek mümkün değildir, aslında her aile bunu yerine getirse, aile koruculuğunu yerine getirse topluma büyük katkı sağlayacağına inanıyorum. Bizim evde iki camız bir inek vardı… Bunları beslerdik, mesela ben zaman zaman siz gazeteci arkadaşlarıma veya dostlarıma Konya yemeklerinden, camız kaymağından söz ederim ya. Ben tüm bunları hep yaşadığım için konuşuyorum. Ekmeği dışarıdan yani çarşıdan aldığımızı hiç hatırlamam. Babaannem ile annem sabah namazından sonra hamur yoğururlar, evdeki fırında ekmek yapılır ve tüm ekmeği evden yerdik… Unu babam özel öğütürdü değirmende. Hani şimdi kepekli ekmek şeklinde bir ekmekti, onun kokusu tadı damağımdan hala çıkmaz…  Ekmek yaptığımız gün babaannem komşulara koktu diyerek ekmek dağıttırırdı bana. Şimdi o günler bir hayal oldu.

 

FETHİYE ONSUN VE KÜMÜK MUZAFER

 

Ben ilkokula Hakimiyeti Milliye İlkokulu’nda başladım. İlkokul öğretmenim ilk önce Fethiye Onsun Hanım idi. İki yıl bu hoca hanımda okuduktan sonra üçüncü sınıfa geçtiğimiz zaman Kümük Muzaffer ismi ile anılan Muzaffer Erkoç isimli hoca derslerimize girdi ve beşinci sınıfa kadar bizi okuttu. Kendilerinden büyük feyiz aldık. İlkokulda müdürümüz Baha Gönenç beydi, bize göre çok iyi bir müdürdü. Mesela öğretmenlerimizden Ahmet Gürağaç… Bu öğretmen 1948 veya 1949 yıllarında o günün şartlarında Konya’da ilk defa Konya haritasını yapan basan kişidir. Böylesine büyük bir zattı, aynı zamanda bu zat medrese mezunu, imam hatip okulunu okumuş, sonradan öğretmen olmuş… Bizim derslerimize girmezdi ama başka sınıfların din dersine giderdi. Din derslerimize de bizim Ali Nalçacı Hoca girerdi. Ali Nalçacı Hoca, Konya Belediye Başkanlığı yapan Ahmet Hilmi Nalçacı’nın babasıdır. Bu hocadan medrese tahsili görmüş, sonra öğretmen olmuş ve bize büyük feyiz verdi. Asıl öğretmen olanımız Muzaffer Hoca da başka sınıflarda başka derslere, mesela yazı dersine girerdi. Hakimiyet İlkokulu 1927 yılında yapılmış, benim annemin ve babamın da ilkokulu idi… Onların öğretmenliğini yapan hocalar daha sonraki yıllarda bizlerin de ilkokul öğretmenliğini yaptı.

Fahri Efendi diye bilinen ve Sarıyakup’ta evi olan çok büyük bir zatın torunu olan Hüseyin Kulu benim sınıf arkadaşımdı. Hüsnü Çeşmeci gibi birçok sınıf arkadaşlarım var ama hepsinin ismini anamayacağım diye, ayıp olur diye sadece ikisinin ismini vereyim. Bir tarihte şehrimizde Gençlik ve Spor İl Müdürü olan Vezir Balcıoğlu  da bizim Hakimiyet’te okudu.

 

İMAM HATİBİMİZ TAHİR HOCA

 

1952 yıllarında Tahir Büyükkörükçü hoca efendi ile tanıştım. Bizim mahallenin yakınındaki boncuklu camisine imam hatip olmuştu Tahir Efendi. Biz onun arkasında akşam ve yatsı namazlarını birlikte kılardık babamla. Caminin müezzinliğini de Kağnıcı Hafız diye bilinen Ahmet Naci Kağnıcı yapardı. Mahallemizde Aşık Tahir ismi ile anılan bir zat da hak aşığı idi. Kendisi demirci tüccarı idi, soyadını Demiröz olarak almıştır. Konya’mızın en eski mahallelerinden biri olduğu için Dedemoğlu Bordabaşı (Bu aslında Buradabaşı), Tahtatepen, Sarıyakup hep çocukluğumuz bu mahallelerde geçti. Tahtapen Mahallesi’ndeki Tahtatepen camisinin imam ve hatipliğini yapan Kaşıkçı Hoca olarak bilinen Belviranlı İsmail Belviranlı hocanın arkasında da teravih namazlarımızı hatimle kıldığımızı hatırlarım.

 

SANAT BELLEYELİM DİYE

 

Babam da ben de Konya’nın yerlisi olduğumuzdan Konya’yı iyi tanırdım. Örnek olarak babam Zincirli Han’da şimdiki Saray Çarşısı’nın bulunduğu yerde oto tamirciliği yaptığı 1940’lı yıllarda Konya’nın valisinin, belediye başkanının, emniyet müdürünün, resmi dairelerin bütün arabalarını babam tamir ederdi. Babamın dükkânına saat beşten sonra da bütün resmi dairelerin arabaları gelirdi, biz onların da sohbetini dinleyerek büyüdük.

Bu nedenle yakın tarihimi çok iyi bildiğimi iddia ederim. İlkokula gittiğim yıllarda babam oto tamircisi olduğu için ben de makine mühendisi olmanın hayalini kurardım. Şunu bilmiyor muşum ki ben gazeteci olarak dünyaya gelmişim ama gazeteci olacağımı hiç bilmemişim. Her zaman dediğim gibi ‘gazeteci doğulmaz gazeteci olunur.’ Yıllar sonra ben gazeteci oldum , bu meslekten emekli oldum , hala bu mesleğimi yapıyorum ve mesleğimle de iftihar ediyorum. İşte makine mühendisi olmak için babam beni sanat okuluna verdi. O günkü düşünce şöyle idi: Okuyamazsan bile bir sanat bellersin… Biz de sanat okulunu bitirdik ama sanatı hiç yapmadık, baba mesleğini ise hiç yapmadım, sanat okulunda da motor bölümünü bitirdim.

 

ADNAN MENDERES İLE CELAL BAYAR’I KARŞILADIK

 

İlkokul üçüncü sınıftayken Başbakan Adnan Menderes ile Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın Konya’ya geleceğini öğrendik. Hükümetin önünden Kayacık’a otobüsler kalkıyordu, karşılamak için ben de millet ile birlikte bir otobüse bindim Adnan Menderes ile Celal Bayar’ı karşılamaya o halimle ben de gittim. Yani bilmeyerek de olsa o tarihlerde politikanın içine atlamış olduk. Babam da Demokratik Parti’nin kurucuları arasında yer aldığı için bizim evde aynı zamanda politika da konuşuyordu. Biz politikayı o sohbetlerden öğreniyorduk. Politika hayatı da böyle anı ile başlamıştı. Tabiî ki ben kimseye haber vermeden gittiğim için hemen gidilip gelecek zannettim ama akşam gece yarısı saat 11-12 sularında Adnan Menderes ile Celal Bayar geldiler. Beni o gün evden çok aramış taramışlar, bir türlü bulamamışlar. Bütün akrabalar bizim eve toplanmış “evin bir oğlu kayıp” diye her tarafı ayağa kaldırmışlar. Ben gecenin bir vakti eve girince herkes çok neşelendi, fakat babam da ceza vermişti.

 

ARABANIN MARKASINI MOTORUNUN SESİNDEN TANIRDIM

 

Ben yaz tatillerinde babamın tamirhane dükkânına gelirdim. Beyaz gömlekle gelir, o gömlek akşama simsiyah olurdu… Çalışmazdım ama her şeyi bilirdim. Hatta babamın atölyesindeki bütün takımların nerede olduğunu ezbere bilirdim, bu kadar otomobil yoktu ama sesinden otomobilin markasını söyleyecek kadar arabaları tanırdım. Bisiklete binmeyi de ilkokul ikinci veya üçüncü sınıfın yaz tatilinde babamın bisikletine tamirhanede binerek öğrendim. Ama tabiî ki düşe kalka öğrendim. Daha sonra bisiklet sporculuk yıllarımız oldu.

 

ULUIRMAK’TA BAĞ BOZUMU

 

Yaz tatillerinde Uluırmak’ taki bağımıza giderdik. O bağ havası başka olur. Hangi ağaçta hangi iyi meyvenin yetiştiğini veya hangi üzüm bağının hangi çıbıkta, hangi üzümün iyi olduğunu, gut mu, alagiriz mi, kadın parmağı mı olduğunu gece gitsem bile bilirdim. Bu pekmez kaynatmak meselesi ise çok önemli idi. Şehirde evi olup da bağı olmayanları da biz zaman zaman bağımıza davet eder onlara gerekli ziyafeti çekerdik. Havuz başında pekmez kaynatılacağı zaman da mahallemizde konu komşuyu toplar hem bağ bozumuna hem de pekmez kaynatmaya yardım ederlerdi. Akşam da köpük yemek için beklenirdi. Böyle mahallemizde bir ahenk, bir alış veriş vardı, sosyal bir olgu vardı ama maalesef şimdi apartmandaki kişiler bile birbirlerini tanımıyorlar.

 

MOBİLYA DÜKKÂNINA ÇIRAK OLDUM

 

İlkokulu bitirdiğim yaz tatilinde babam beni arkadaşı Avni Yaşlıoğlu ve Halil Gürdin’in ortak olduğu mobilyacı dükkânına verdi. Dükkân Alaaddin Caddesi’nde Tahir Paşa sokakta idi. Şimdi babamın beni niye oraya verdiğini şöyle anlatabilirim. Dedem çok zengin olmasına rağmen babamı yetişmesi için kendi yanında çalıştırmamış, başka birinin yanında çalıştırmış. O zaman dedeme sormuşlar “Lütfi ağa senin bu kadar adama ihtiyacın varken oğlunu niye başka birinin yanına veriyorsun?” demişler. O da “Ben burada hep emir veririm oğlum da benden görerek sizlere emir vermeyi öğrenir, ama başka yerde çalıştığı zaman çalışmanın ve çalıştırıcılığın kıymetini öğrenir, onun için biraz oraya verdim ki orada pişsin tecrübe kazansın” dermiş. Babam bunu zaman zaman bize de anlatırdı, bizi başka bir yere verdiği zaman da bunu anlamamıştım ama sonradan öğrendim. Yaz tatili oldu, geldik mobilyacılık yaptık iyi günlerimiz geçti, iyi kalfalarımız vardı, Halil Avni usta çok iyi o günün en iyi mobilyacılarındandı. Ankara’ya mobilya yaparlardı. Halil usta modelcilik sanat okulunda, Avni usta da mobilyacılıktan yetiştiği için aynı zamanda halk arasında da tanınırlardı… Hocalar sanat okulunda da görev yaptıkları için herkes tarafından tanınırlardı şimdi onlar da rahmetlik olmuştur, Allah rahmet eylesin.

 

KRAVATSIZ GİRDİĞİMİ HATIRLAMAM

 

İlkokulu bitirdikten sonra babam beni Sanat Enstitüsü’ne yazdırdı. Birinci sınıfta tarih ve coğrafya dersimize giren Naide Aytaç hocamı hiçbir zaman unutamam. Çok güzel ders anlatırdı. Çok güzel defter tuttururdu bize, ben onun dersine kravatsız gitmezdim.  Onun dersinde kravat çıkarmadım çünkü sanat okulunda sabahları ders, öğleden sonra atölye veya sabah atölyeye giden öğleden sonra derse girerdi. 8’de gireriz 5’te okuldan çıkardık. Öğlen üzerleri bir saat yemek paydosu vardı. Bizim bazı derslerimize atölyedeki hocalarımız da girerdi; örneğin teknik derslere resim atölye hocalarımız girerdi. Yani sanat okuluna giren bir öğrenci daha birinci sınıfından torna tezgâhını temizlemesini, demir atölyesindeki ateşi yakmasını, marangoz atölyesindeki aletleri öğrenirdi. Sanat Okulu o tarihlerde Şerafetin Camisi’nin yanındaydı, bu okul Abdülhamit zamanında yapılmıştı. O günkü şartlara göre piyasada bulunmayan takımı tezgâhları bizim sanat okulumuzda vardı. Zaman zaman okuldan dışarıya iş de yapılırdı. Büyük yani dördüncü beşinci sınıfların yaptığı işlerden para kazanıldığı zaman öğrencilere de ufak tefek el harçlığı verilirdi, yani döner sermaye gibi bir şeydi. Okul kendi yağı ile kendini kavururdu.

 

BİSİKLET YARIŞLARI SONUNDA BAĞ PUŞTALARININ ÜZERİNE ÇIKARTIP BİRER ÇORAP VERDİLER

 

Ben 1. sınıfta iken Nusret Ergül 2. sınıfta okuyordu. O koşucu bisikleti almış yarışlara katılıyor, okula ise koşu bisikleti ile gidip geliyordu. Biz onu hayran hayran seyrederdik; ‘Nusret abi’ diye peşinden ayrılmazdık. 1961-1962’de yaz tatili geldi, düz bisiklet yarışları yapılıyordu. Ben de babamın bisikleti ile düz bisiklet yarışlarına girdim ve yarışlarda onuncu oldum. İstanbul yolunda yapıldı; bağ puştalarının üzerlerine çıkardılar ve birer çorap verdiler, o zaman çok mutlu oldum, çorap beni çok mutlu etmişti. Bisiklet sporuna böylece adım atmış oldum. Daha sonraki yıllarda düz bisiklet yarışlarına girdim.

 

İLK SPORCU LİSANSIM ŞEKERSPOR’DAN

 

Fakat ben ilk sporcu lisansımı 1963-1964 yılında Şekerspor’ da basketbolcu olarak çıkarttım. Nizamettin Yetişen mahallemizde komşumuz idi. O İdmanyurdu kulübünde oynuyordu. Ben de Şekerspor’a gittim, Şekerspor’da Vezir Balcıoğlu’nun çalıştırdığı takımda basketbol oynamaya başladım ve ilk lisansım da basketbolda çıktı. Bu lisansım ile veledromda yapılan Türkiye bisiklet yarışlarına iştirak ettim, 1964-1965’te oradaki kendimi kanıtladım, ben daha çok sürat koşan bisiklet sporcusu idim. İlk üçe giremedim ama o günkü antrenörümüz Nezir Sonakın bizi beğenmiş olacak, kendi altındaki bisikleti bana verdi ve ben bu şekilde spor yaptım. Bölgeler arası yarışlar Türkiye şampiyonası için İstanbul’a gittim, İstinye’de yapılan Balıkesir pist yarışlarına katıldım. Hatay-İskenderun-Mersin yarışlarına, Bursa’daki milli takım kampına çağrıldım...

 

BURSA’DAKİ YARIŞLARDA KÖPRÜCÜK KEMİĞİM KIRILDI

 

Bursa’da köprücük kemiğim kırıldı, bunu hiç unutamam. Şansızlık yakamı bırakmıyordu, her gün ben az iki üç lastik patlatıyordum, lastik mi kötüydü biz mi kötüydük bilemiyorum. Bir gün iki lastik patlatmıştım. Geride kalmıştım, arkadaşlarımız gidiyordu ben daha çok efor sarf ettim. Onlar Yalova’dan döndüler ben de gittim döndüm. Yalova çıkışında büyük yokuş var, arkadaşlarımı orada yakaladım önümde birkaç kişi düşünce ben de onlara takıldım ve düştüm… Orada köprücük kemiğim kırıldı. Bir kaç gün hastanede yattıktan sonra Konya’ ya geldim. Bisiklette hiç unutamadığım bir hatıram ise şöyle: Temmuz ayının 21 veya 22’si idi. Biz uzun antrenman yapmak için 200 kilometre yapacağımız yerde kendi kendime Ankara’ya gideyim dedim. Otobüse sivil elbiselerimi verdim, bisiklete sabah ezaları ile bindim sekiz buçuk veya 9 saat gibi bir zamanda Ankara’ya gittim. Neden böyle yaptım? Bisikletin üzerinde çok kalıp çok antrenman yapıp, dayanaklılık testinde başarılı olmak, kendimi denemek istedim. Orada Cumhurbaşkanlığı bisiklet tununu seyrettim, ertesi gün ise otobüsle Konya’ya geldim. Şimdi bunu 4 saat pedal çevirerek yapan sporcu zaman zaman 6 saat bisikletin üzerinde kalmak zorundaydı da onun içinde bir ölçüdür. Ben bisiklet sporunun içinde olduğum için Türkiye’de aşağı yukarı 10 ilin dışında bütün illerin yollarını bilirim. Kaç kilometrede yokuş başlar, ne zaman inişe geçer bilirim. Hakem Kurulu Başkanı olduğum bir dönemde bir yarış takip ediyordum. Arazi şoförüne ‘Hızlı git bunlar şimdi bisikletçiler arkamızdan inerler sen viraja onlarla aynı hızla giremezsin’ dedim. Ama bizim şoför benim sözümü tutmadı yokuş aşağı bisikletçiler inmeye başladı. Bisikletçiler gibi araç giremediği için sonradan şoför ‘Hocam sen haklıymışsın ben giremiyorum’ dedi çünkü ben şoföre‘Bunlar 120 kilometre ile inişe girer ama sen giremezsin’ demiştim. Sporcular hem yokuş çıkarken hem de inerken en iyi şekilde kullanmak isterler yolu.

 

BÜTÜN SPOR DALLARINDA HAKEMLİK YAPTIM

 

Bisiklet hakemliğimin dışında basketbol, halter, masa tenisi, atletizm, yüzme, sutopu, güreş yani kısaca o zamanlar yapılan bütün sporların hakemliğini yaptım. Bu arada 1980 yılında voleybol il temsilciliği yaptım; o tarihlerde de voleybolda Konya’nın bir hamle yapması için müesseseler arası turnuva düzenledim. Yani yaşlı sporu bırakmış kişilerin spor yapmalarını teşvik etmek için aşağı yukarı ilçelerden gelenler oldu, çok iyi bir organize idi. Şimdi de gelensel spor dalları il temsilciyim.

 

27 MAYIS İHTİLALİ OLDU DİYE OKUL ÜÇ GÜN TATİL EDİLMİŞTİ

 

Sanat okulunda okuduğumuz yıllarda 27 Mayıs ihtilali olmuştu..Tabii biz o günlerin ne olduğunu bilmiyoruz. Bugünkü gibi iletişimde yok, o gün Adnan Menderes gelecekti. Biz de okula giderken hükümetin önünde büyük kalabalık vardı, bir subay cipin üzerinde halkın dağılmasını istiyordu, biz ihtilalin olduğunu orada öğrendik. Sıra olduk her zamanki gibi zil çaldı, derslere gireceğimizi sanıyorduk. Müdürümüz ve nöbetçi öğretmen ihtilal olduğunu okulların 3 gün tatil edildiğini, herkesin evlerine gitmesi gerektiğini söyledi ve dağıldık, evimize gittik. İhtilal de böyle olmuştu.

 

OKULDAN KAÇTIĞIM ZAMAN YA BASKETBOL OYNAMAYA YA DA BİSİKLETE GİDERDİM

 

Sanat okulunda daha çok kırsal kesimden geldikleri için yaşları da büyük olduğundan dolayı biz şehir çocukları olarak hocalar bizi daha çok severdi. Mesela benim sevdiğim tarih, coğrafya, yurttaşlık derslerinde hocalarımın anlatacağı derse çalışıp giderdim. Hocam dersi anlattıktan sonra kim anlatacak dediği zaman ben hemen parmak kaldırırdım, o dersi anlatır hocadan da aferin alırdım. Sanat okulunda okuldan kaçma vardı; bazı arkadaşlar okuldan kaçtığı zaman sinema veya kahveye giderdi, ben okuldan kaçtığım zaman ise stadyuma basketbol oynamaya giderdim ya da bisiklet yaparken de yola girerdim. Bir tarihte okul müdürlüğü yapan Mehmet Çelik beni böyle bir gün yakaladı ve ‘Senin kendinden başka zararın kimseye dokunmaz, sen okuldan kaçtığın zaman ya stadyuma ya da bisikletinle yola gidersin’ dediğini çok iyi hatırlarım. Sporcuların pek dersleri iyi olmaz. Ben de derslerden10 üzerinden 10 almazdım ama sporculuğumuz sayesinde geçerdik, beden eğitim öğretmenimiz Ali Esen’i de burada yâd edemeden geçemeyeceğim. O tarihlerde beden eğitimi öğretmenleri sporcuların ellerinden tutar, kendi okullarından onları okutarak başarılı olmak isterlerdi. Ali Esen’de bir sporcu babası idi. Bu arada benim öğretmenim olmamasına rağmen Konya Lisesi’nin beden eğitimi öğretmeni olan Sabahattin Bey de sporcuların babası olarak anmadan geçemeyeceğim. Karma ortaokulunda da beden eğitimi öğretmeni bütün sporcularını kollar, onlara ilgiyi gösterirdi.

 

GAZETECİLİĞE HEVESLENDİM

 

Bisiklet sporu yaparken Konya’da gazeteci Nail Bülbül ile bölgeler arası yarışlarda ve uluslar arası Cumhurbaşkanlığı bisiklet yarışlarında tanışma imkânını buldum ve o zaman gazeteci olmaya heves ettim. Ve tabii sonunda da gazeteci oldum. Bu arada ben gazeteciliğe Nail Bülbül’e haber ulaştırarak başladım. Gittiğimiz yarışlardan neticeleri telefonla Nail Bülbül’e haber geçerek gazeteciliğe ilk adımı attım. Daha sonra Ziya Tanrıkulu’nun çıkardığı Anadolu’da Hamle gazetesine spor muhabiri olarak başladım. 1967 Kanaat Matbaası’nın sahibi Gülay Eskil, Ziya Abinin Genel Yayın Müdürlüğü yaptığı, Mustafa Ataman’ın makale yazdığı Anadolu’da Hamle gazetesinde spor muhabiri olarak çalıştım. Burada da Rasim Karaduman spor müdürü idi. Bir müddet burada çalıştıktan sonra Nizametin Yetişen’in Spor Müdürlüğünü yaptığı Y.Meram Gazetesi’ne geçtim. Nizamettin Yetişen ile hem mahalleden hem de basketboldan bir dostluğumuz vardı. Birlikte Y. Meram Gazetesini ve Rıdvan Bülbül’ün sahibi oldu Sabah Gazetesi’nin spor sayfalarını çıkartmaya başladık.

 

GAZETECİLİKTE İLK MAAŞIMI MİLLİYET’TEN ALDIM

 

Bu arada da Milliyet’in muhabiri Ali İhsan Tuna vefat etmişti. Milliyet Gazetesi’nde de bir boşluk olduğunu gördüm. Buraya haber göndermeye başladım, haberlerim çıktı ve ilk gazetecilikten maaşımı Milliyet Gazetesi’nden aldım. O gün 250 lira para gelmişti. Bu büyük para idi benim için, o zamana kadar da çalıştığım gazetelerden hiç para almamıştım. Bu para gelmeden önce ‘Madem ben gazeteci olacağım mutlaka bir de fotoğraf makinem olmalı’ dedim, bir arkadaşımın fotoğraf makinesini satacağını duyduğum ve o fotoğraf makinesini aldım. Onu da şöyle aldım. Babamdan para istemedim, gittim parada anlaştıktan sonra babamın bir arkadaşından borç 125 lira aldım. Ben bunu aylık 25 lira 25 lira ödedim. Borç aldığım kişi zaten babamı da bildiği için 125 lirayı bana vermişti, işte o makine benim ilk ve son göz ağrımdır. Ondan sonra çok makineye sahip oldum ama o makine ile çektiğim resimleri hiçbir zaman unutamam. O makine ile Cumhurbaşkanlığı bisiklet turunda 6 x 6’lık harika resimler çekmiştim.

 

ASKERLİĞİMİ CUMHURBAŞKANLIĞI MUHAFIZGÜCÜ’NDE YAPTIM

Bu arada Tercüman büro şefi iken 1973 yılında askere gittim. Önce Amasya’ya, sonra Samsun’a, sonra da Ankara’ya geldim. Cumhurbaşkanlığı muhafız alayında muhafız gücünde askerlik yaptım. Muhafız gücünün basın işlerini Teoman Giray ile birlikte yürüttük. O tarihlerde bizimle beraber basketbolculardan Kemal Erdanay, Abdullah ve çok iyi voleybolcu arkadaşlarımız vardı. O zamanlarda Muhafızgücü çok kuvvetli idi, futbol, basketbol, voleybol, bisiklet, eskrim, yüzme kısaca o tarihlerde Türkiye’de yapılan bütün spor branşlarında en iyiler Cumhurbaşkanlığı Muhafızgücü’nde idi.

 

ASKERDEN SONRA ANKARA’DA KALIP GAZETECİLİK YAPMAK İSTEDİM AMA

 

Terhis oldum, ben gazeteci olarak Ankara’da kalmak istedim fakat olmadı…Hatta Necip Kapanlı Ankara’da Tercüman Gazetesi’nin spor müdürü olmamı istedi. Ama ona ‘hayır Konya ’ya gidecek orada büro boş onu bekliyor’ dediler ve askerlik işimiz biter bitmez tekrar Konya’ya döndüm. Tercüman’ın Konya’da başına getirildim.

 

EVLENDİKTEN SONRA ÜNİVERSİTEYİ KAZANDIM

 

Bu arada 1976 yılında da öğretmen olan Rahime Hanım ile evlendim. Bu evlilikten Onur ve Yusuf isimlerinde iki çocuğumuz dünyaya geldi. Evlendikten sonra üniversite imtihanlarına girdim ve 1976 yılının sonunda Eğitim Enstitüsü’nün Türkçe bölümüne girmeyi başardım. Yani sınavlarda o bölümü tutturdum. 1977’de okula başladık ve okula girdikten 3 yıl sonra Eğitim Enstitüsü’nden mezunu oldum. Ama hiçbir zaman öğretmenlik yaptım. Öğretmenlik kutsal bir meslek olmasına rağmen hatta eşim de öğretmen olmasına rağmen hiç öğretmenlik yapmayı düşünmedim. Daha önceden de söylediğim gibi ben dünyaya gazeteci olarak gelmişim. Benim ve her gazetecinin ilk aşkı gazetesidir, gazeteciliğidir diye düşünürüm… Aşk olmaz ise şevk olmaz ise bu mesleğin çilesi çekilmez, çok çileli bir meslektir, hiç kimseyi gazeteci memnun edemez. Mutlaka birini övdüğü zaman diğeri yerilmiş gibi gelir, bu o gün de öyle idi bugün de böyledir.

 

TERCÜMAN GAZETESİ’NİN 15 YIL BÜRO ŞEFLİĞİNİ YAPTIM 

 

Daha sonra Milliyet Gazetesi’ne muhabir olarak devam ederken benim Milliyet’teki haberlerim Y. Konya gazetesinde rahmetli Adil Gücüyener’in dikkatini çekmiş. Bana birlikte çalışma teklif etti ve ben de 125 lira aylıkla Y.Konya gazetesine geçtim. Hem Milliyet gazetesinde muhabirlik yapıyordum hem de Yeni Konya’da çalışıyordum. Uzun yıllar her iki gazetede de çalıştım. 1971 yılında Tercüman gazetesi Konya büro şefliğine geldim. Benden önce bir arkadaş büroyu açmış ama kendisi Konyalı olmayan arkadaş burada başarılı olamamış ama büroyu da kapatmak istemiyorlardı. Tercüman için Konya büyük velinimetti… Çok iyi tirajı vardı ben de Milliyet’ten ayrıldım Tercüman’a geçtim. Uzun yıllar yaklaşık 15 yılı aşkın Konya büro temsilciği yaptım, çeşitli hatıralım oldu gerek Milliyet’te gerekse Tercüman’da.

 

KADDAFİ’NİN YEŞİL KİTABI İLE KEÇECİLER’İN BEYAZ KİTABI

 

1983 yılında bir grup iş adamı ile birlikte Anadolu’da Bugün Gazetesini yayınlamaya başladık. Fakat bir seneye yakın kaldığım bu gazeteden ayrıldım. Güneri Civaoğlu’nun çıkardığı Güneş Gazetesi’ne geçtim. Burada şunu söylemek istiyorum: Gazete muhabiri gönderdiği haberler kadar yazı işlerinde o haberin değerlendirilmesi önemlidir. Burada iki olayı anlatmadan geçemeyeceğim, birincisi şöyle. Mehmet Keçeciler bir kitap yazmıştı ‘Beyaz kitap’ diye… Ben de bunu haber yaptım, gönderdim. Keçeciler o zaman Anavatan Partisi’nin Genel Başkan başyardımcısı idi. Kaddafi’nin Yeşil kitabı ile bunu birleştirerek haber yapmıştım fakat yayınlanmadı. O tarihten tam 40 gün sonra Ankara’dan bir muhabir bu haberi kitabın haberi ile yayınladı. Ben hemen telefon açtım. O zaman Tufan Türenç Yazı İşleri Müdürü idi. Suvai Kaptan  da Yurt haberleri müdürü idi. Ben ‘Niye benim imzamla 40 gün önce aynı haber yayınlanmadı’ dediğim zaman Suvai Kaptan ‘İhsan bende sabahki toplantıda aynı şekilde konuyu dile getirdim, bizim arkadaşlarımızın işi bu’ dedi.

 

KULU’DA ERBAKAN HOCA ATATÜRK ANITINA KARŞI KONUŞUYORDU

 

Bir başka hadisem Güneş gazetesinde şöyle idi. Bir gün kulakları çınlasın Prof. Dr. Necmettin Erbakan Konya’ya gelecekti. Parti bizi de götürdü; Konya-Ankara karayolunda Erbakan’ı karşıladık. Orada birkaç köye girdi, konuşmalar yaptı, sonradan da Kulu’ya geldi. O saate kadar yatığı konuşmaları muhabir arkadaşlarım haberi geçmek üzere PTT’ ye koştular. Ben yalnız kalmıştım, mitinge geldim şahane bir görüntü vardı. Erbakan hoca halka değil sanki Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu Atatürk’ün anıtına konuşacaktı. Kürsü ile anıt tam karşı karşıya idi. Ben de çok güzel resimler çektim, gönderdim… Güneş gazetesi o resmi o zaman iki sütunda kullandı. Ben daha sonra Hürriyet’e geçtiğim zaman Mehmet Keçeciler ANAP bugünkü devlet tiyatro salonunda genişletilmiş İl Divan toplantısı yapıyordu. Bir cumartesi günü idi fakat Mehmet Keçeciler en sonra konuşacaktı. Öyle bir düzenlemişlerdi ki Atatürk büstünün alnına Keçeciler’in konuşacağı kürsü konulmuştu, ben hiçbir şey yapmadım. Keçeciler’ in konuşacağı saati bekledim, Keçeciler ile Atatürk büstü birlikte önemli idi. Keçeciler’in ne söyleyeceği önemli değildi. Mesele fotoğraftı. Hürriyet Haber Ajansı’na haberi geçtim. Hürriyet bu haberi birinci sayfadan tam ortadan 5 sütun üzerinden kullanmış, yani bir de gazetelerin habere bakış açıları, değerlendirmeleri önemlidir. Hürriyet her zaman böyle haberlere önem veren gazetedir.

 

GÜNDÜZ KILINÇ, NECATİ KARAKAYA, NAMIK SEVİK KONYA DOSTLARIYDI

Milliyet’te başladığım yıllara geldiğimiz zaman orada da çok iyi dostlarım, ağabeylerim, büyüklerim vardı. Gündüz Kılınç rahmetli Gündüz abi ile beraber Konyaspor maçlarına ve Ali Sami Yen Taksim statlarına gider, Konyaspor maçlarını birlikte izlerdik. Hatta Necati Karakaya radyodan maçı naklen verirken yayın odasına “hadi Konyalı seni de alayım” diye beni götürür, maçı oradan izlerdim. Ben rahmetli Namık Sevik Milliyet’te spor müdürü iken Milliyet’te de çalıştım, resim çektirirken kendisinin bir günden bir güne ceketinin düğmesinin açık olduğunu görmedim, bunu da şunun için söylüyorum; okuyucusuna büyük saygısı vardı. O tarihlerde Konya’mız da Konyaspor ve İdmanyurdu diye iki güzide kulübümüz bulunuyordu. Ben bu takımların deplasman maçlarına ve özellikle İstanbul maçlarına hep giderdim yöneticilerimizi de gazetelere götürüyordum. Konyalı olarak Konya’lı basın mensubu olarak Konyaspor ve İdmanyurdu’na bu şekilde hizmet ederdik. Gündüz Kılıç geldiği zaman yöneticilerle temas ettirirdim. Gazetecilerin o zaman Konya’ ya bakışı açısı çok iyi idi. Tercüman’da Necmi Tanyolaç İslam Çupi Halit Kıvanç Konya’yı hep sever ve tutarlardı. Konyalı sporseverler de gazetecileri severlerdi. Onları maçlara davet ederlerdi, evet karşılıklı ilişkiler çok iyi idi. Dostluklar vardı. Ama şimdi bu dostlukların ne kadar olduğunu bilmek mümkün değil. Milliyet’te iken tam sayfa Konya’dan spor haberlerim çıktığı zaman çok mutlu olurdum. Biz 2. ve 3 ligde olduğumuzdan dolayı Milliyet’in ikinci sayfasında yer alırdık. Rahmetli Barbaros Aykol Ankara müdürü idi. Konyaspor Gençlerbirliği maçını Ankara’ya resmini gönderdim. Gençlerbirliği’ni yenmiştik tek golün tek resmi de bende olduğu için Barbaros 2 sayfadan değil o gün maçı 1. sayfadan vermiş. Ben 2. sayfada haberi arıyorum, bulmayınca üzüldüm… Meğer haber birinci sayfadan manşetten çıkmış, gördüm çok sevindim. Yani haberin nerede çıkacağını muhabir bilemez, değerlendirmeyi yazı işleri yaptığı için iyi değerlendirme yapılırsa iyi yerde çıkar…

 

KENAN EVREN YÜKSEK İSLAM ENSTİTÜSÜNDE KENDİSİNE HEDİYE EDİLEN KURAN-I KERİM’İ ÖPÜP ALMIŞTI

 

Tercüman Gazetesinin siyasi yapısından dolayı benim de Adalet Partililer ile Süleyman Demirel ile yakınlığım çok iyi idi. Hala zaman zaman gider Süleyman beyi evinde ziyaret ederim. Gazeteci olduğum için gerek siyasilerle gerekse spor adamları ile yakınlığımız vardır. Tercüman’da idim. 12 Eylül olmuş ve Kenan Evren konsey üyeleri ile birlikte ilk defa Konya’ya geliyorlardı. Kenan Evren’in uçağında o günün en büyük gazetecileri vardı. Kenan Evren konsey üyeleri yanında iken vilayetin önünde bir konuşma yaptı, ertesi gün de Yüksek İslam Enstitüsü’ne ziyarete gitti. Tabii ki gelen gazeteciler Konya’daki gazeteci arkadaşlarımız bu ziyareti hiç önemsemediler. Hatta bu ziyarette Yüksek İslam Enstitüsü’nün bahçesine bile girmediler ama ben girdim. Evren Paşa öğretmenler odasında öğretmenlerle tanıştı. Okul müdürü kendisine bayrağa sarılmış Kur’an-ı Kerim hediye etti. Kenan Evren de üç sefer öptü, başına koydu; ben de fotoğrafını çektim. Odada başka kimse olmadığı için bu görüntüyü tek çeken bendim ve kimseye bir bilgi vermeden hemen Yüksek İslam Enstitüsü’nden çıktım, büroya geldim. Büroda tabii ki o günkü şartlarda fotoğrafları Ankara’ya geçemezdim, hemen otobüsle filmi yıkamadan Ankara’ya gönderdim.  O günün en büyük olay resmi buydu. O güne kadar da Kenan Evren’e hiç bir yerde ne bayrak ne de Kur’an-ı Kerim hediye edilmemişti. Bu haberi gazete gerek Ankara’ya gerek İstanbul’a vererek bütün okuyuculara duyurmuştu. 2000’li yıllarda Kenan Evren’i Armutlu’daki evinde ziyaret ettiğimde bu olayı kendisine hatırlattığım zaman o da ‘Tabii öpüp başıma koyacaktım ama bazı solcu gazeteciler beni tenkit ettiler’ dedi.

 

SÜLEYMAN BEY ZİYARETLERE HEYET HALİNDE GİDİLMESİNİ İSTEDİ

 

Süleyman Demirel’i yine bir gün Güreş Vakfı olarak ziyaret etmiştik, Ahmet Ayık başkanlığındaki heyetle o hoş sohbetten sonra Süleyman Bey bir yere telefon bağlatmak istedi ve dedi ki ‘Eğer toplantıda ise toplantısını kesmesin telefonu bağlamayın’ demişti. Bu benim için çok önemli idi. Yani karşısındaki kişi kim olursa olsun cumhurbaşkanı öbürü bürokrattı. Mutlaka o toplantıyı kesecekti bunu bildiği için söylemişti. Ama yine de telefonu bağladılar. Ahmet Ayık’a durumu teyit ettirdi ‘falan saatte gideceksin’ diyordu. Telefon kapandıktan sonra Ahmet Ayık’a “buraya geldiğin gibi oraya da bir heyet ile gideceksin sakın tek başına gitme” dedi. Bu sözlerin arkasında hikmet aramak lazım, bir kişi ile gitmek başka 5-10 kişi ile gitmek başka… Bu olayı ben Haydar Koyuncu’da da sık sık görürdüm. Konya’mızın saygı duyulan siyasetçisi Haydar Koyuncu’nun  da bir yere tek başına gittiğini hatırlamıyorum. Hatta pilava bile pazar günleri tek başına gitmezdi. Ben de hiçbir zaman davetlere tek başına gitmemeye gayret eder oldum.

 

PELE İLE RESİM ÇEKTİRMEMİŞTİM

 

Ben daha çok kişilerle biyografik resimler çektirmeye meraklıyım… Gündüz Kılınç ile, mesela Pele ile, Didi ile. Didi Fenerbahçe’ye geldiği zaman yemek yedik ama resim çektirmemiştim. Fırsat mı olmadı işte ben bugün Pele’yi tanıyorum… Yemek yedik su içtik desem fotoğraf olmayınca kimseyi inandıramam. Mesela Erbakan’ı Konya’da en iyi takip eden gazetecilerden biriyim. Erbakan Konya’ya bağımsız milletvekili olarak geldiği yıllardan beri bugüne kadar yanında oluyordum, haberlerini en iyi şekilde Ankara’ya, İstanbul’a gazetelere geçiyordum. Beraber olmamıza rağmen, beraber yemek yememize rağmen muhterem hoca ile bir kare bile resmimiz yok, hala niye çektiremedim onu da bilemiyorum

 

TÜRBENİN BAHÇESİNDEKİ ÖZÜRLÜ KIZ

 

Bir gün Pakistan Cumhurbaşkanı Ziya ül Hak Konya’ya Mevlana Müzesine ziyarete gelmişti. Kulakları çınlasın Lütfi Fikret Tuncel de Konya valisi idi. Mevlana’nın bahçesinin içinde sema gösterisi yapıldı ve ilgililer Mevlana türbesini ziyaret eden konuk cumhurbaşkanına bilgi verirken arada zihinsel özürlü bir kız çocuğu dolaşmaya başladı. “Ben bu çocuğu buraya kim soktu?” diye görevlilere kızdım. Meğer o çocuk Ziya ül Hak’ın kızı imiş. Neyse daha sonra törenle konuk Cumhurbaşkanı uğurlandı. Bir süre sonra uçak tekrar askeri havaalanına indi. Meğer o özürlü kız çocuğunu uçağa almayı unutmuşlar. Uçak havada iken durum akıllarına gelmiş, uçak tekrar Konya’ya döndü çocuk Konya’da bulundu ve ikinci kez gitti.

 

AFGANİSTAN KRALININ EŞİ TÜRBEDE KÜPELERİNİ KAYBETMİŞTİ

 

Yine böyle unutamadığım bir olay vardır. 1968’de Afganistan kralı Konya’ya geldi ve resmi ziyaretlerin ardından Mevlana türbesini ziyaret etti. Bu ziyaret sırasında kralının eşinin küpesi kayboldu. Küpeyi bulmak için sivil polisler, görevliler alarma geçtiler. Neden sonra kaybolan küpe bulundu. Gazeteci işte hem böyle olaylara tanıklık şahitlik eder sonra da bunları bir yerde yazar. Böyle çok hatıram vardır.

 

UZUN YILLAR HÜRRİYET HABER AJANSINDA DA ÇALIŞTIM

 

Güneş’te çok iyi haberler yaptım Konyaspor l. lige çıkınca ilk defa Hürriyet Haber Ajansı’ndan ‘Bize gelir misin?’ diye teklif geldi. Taner Atilla Genel Müdür idi. Taner Atilla rahmetli Mehmet Gazel’e söylemiş o da bana söyledi. Ben de kabul ettim. Hürriyet’in spor müdürü de Milliyet’ten çok iyi yakın arkadaşım olan Nezih Alkış’tı. Onunla da temasa geçtim uzun yıllar Hürriyet Haber Ajansı’nda muhabirlik yaptım. Daha çok uzun yıllar çalıştım, gazeteci olaya bakmamalı olayı görmesi lazım. Yine o tarihlerde Ermenek Konya’ya bağlı ilçe idi. Ermenekspor’da Konya’da maçlarını oynamak için 600 küsur kilometreden buraya gelip gidiyordu. Bazı sporcuları da zaten dışardan idi onlar da dışardan geliyordu. Bunu fark ettim ve haber yaptım. Ankara’da Ankara spor müdürü Yusuf abi böyle bazı haberlerimiz iyi girdiği zaman telefon açarak gülerek ‘Yarın bir sayfa görün nasıl sayfa oluyor’ derdi. O gün sayfanın geleceğini öğrendik. Ermenek haberini boydan boya vermişti, çünkü çocukların soyunma odası bile yoktu, geldikleri otobüsün içinde soyunuyorlardı. Yani haberi görmek önemli, görmek kadar da değerlendirmek önemli

 

METE AKYOL İLE OLAN BİR ANIM

 

Mete Akyol birkaç sene önce Konya’ya gelmişti. Bir konferans verdi, hayatını anlattı, olayları anlattı, konuşmasını bitirdi. Ben onun dostu olduğum için söz alarak tüm öğrencilerin içinde “Mete abi şu olayı anlatmadın” dedim. “Doğru söyledin İhsan ben bunu kitabıma da almamıştım” dedi. O olay da şöyleydi. “Emin Çölaşan’ın babası Meteoroloji Genel Müdürü idi. Mete Akyol ile dostluğu iyiydi. Çekoslovakya’ya Rus orduları giriyorlar haber alma imkânı yok. Mete Akyol kafayı çalıştırıyor, meteoroloji ile görüşüp haberleri oradan alıyor kelime kelime de yazıyordu.” Tabii bu çok önemli bir hadise idi. Ben bunu hatırlattım. Haberi önceden nereden alacağını bileceksin, haber kaynağı çok önemlidir.

 

GÜNGÖR URAZ VE BİR SEYİT MEHMET BUĞA HATIRASI

 

Bir günde Güngör Uraz Konya’ya ziyarete gelmişti kendisini gezdirdik Seyit Mehmet Buğa ben, Yusuf Baltacı hep birlikte öğle yemek yiyorduk. Seyit Mehmet Buğa bir ara bana “Görüşemiyoruz İhsan’cım” dedi. Ben de ona bir Konya atasözü ile cevap verdim ‘Seyit abi akşam namazında şu camide buluşalım mı dediniz, yoksa yatsı namazını şu camide mi kılalım  dediniz?” diye sordum. Bu konuşmalar Güngör Uraz’ın dikkatini çekti “Siz ne demek istiyorsunuz?” diye sordu. Ben de “Konya’mızda gelenek var akşam namazında şu camide buluşalım dediğiniz zaman o zaman akşam yemeğine gideceğiniz anlamına gelir. Eğer yatsı namazında buluşalım dediğiniz zaman ise o zaman da kış mevsimi ise arabaşına kenevirli höşmerim yemeye gidilir. Siz bunu bize demediniz Seyit abi” dedim. Güngör Bey İstanbul’a gitti, Milliyet yazarı idi. Dönüşünde benim bu sözümü yazısına ayırmış, yani haberi yerli halkın konuşacağı deyimlerle vermek önemlidir.

 

ATATÜRK VE KONYA

 

Atatürk’ün 100. doğum yılında herkes bir kitap çıkartıyordu ben de düşündüm taşındım ne gibi katkı sağlayabilirim diye… Atatürk’ün 100. doğum yılına armağan olarak Atatürk ve Konya diyerek bir kitap yazdım. Atatürk’ün Konya hatıralarını, Konya’da yaptığı konuşmaları, gezilerini içeriyordu. Halen bunun ikinci baskını yapamadım. Çalışmam devam ediyor. Daha sonra Türk Medeniyet Tarihinde Ahilik kitabım çıktı. Bir bakıma ahiliğin kuruluşu Konya’dadır… Ahi Evren Konya’da yaşamıştır, 93 yaşında vefat etmiştir. Son 13 yılını Kırşehir’de geçirmiş, türbesi Kırşehir’dedir.

 

SİYASETTE DE BULUNDUM

 

1970’li yıllardan itibaren siyasetin içinde de buldum kendimi. O zamanlar AP-DYP-ANAP’ta yöneticilik gibi görevlerde bulundum hatta  gerek AP gerekse DYP’de il başkanlığı, Adnan Ağırbaşlı ile birlikte bir tarihte DYP’de yöneticilik yaptım.

 

HACIVEYİSZADE HOCA İLE ANIM

 

1959 yıllarında Sarı Yakup Mahallesi Mahmutdede Sokak’ta babam, Tahir Büyükkörükçü ile birlikte bir ev yaptırdılar. O evin temel atma törenine Hacıveyiszade  Mustafa Kurucu Efendi geldi, sabah namazından sonra temel attı, taşı temele koydu, harcı okudu, “hadi bakalım geçin oturun bakalım” dedi. Ben bu sözleri hiç unutamam.

 

SARI BASIN KARTI KARIN DOYURMAZ

 

Biz gazeteciliğe başladığımız zaman en büyük hayalimiz sarı basın kartına kavuşmak daha sonra da sürekli basın kartı almaktı. Ben bu hayallerimi gerçekleştirdim çok mutluyum. Sarı basın kartı karnınızı doyurmaz ama öldüğüm zaman ve gazete ilanında sürekli basın kartı sahibi olduğumun yazması bana mutluluk verecektir. Bu arada şimdi mahalli gazetelerde yazıyorum.  Daha çok biyografik yazılar yazmaya başladım. Evde de olduğum zaman sürekli yazarım. Bir tarafta yorulduğum zaman evdeki başka bir odada dinlenmek için yine çalışmaya giderim. Kitaplarım, her şeyim orada durur. Öbür tarafta da yorulursam evin bir başka odasına giderim, anlayacağınız ev darmadağın olur. Ama eşim tüm bunları kaldırmak istemez, bana kızmaz, çünkü gazetecilik evlilikten öncedir ve eşim gazetecilik aşkımı bilir. Bu nedenle de benim darmadağın çalışmama büyük katkı sağlayan, sabırla beni takip eden çilemi çeken eşim Rahime hanıma, kızım Onur ve oğlum Yusuf’a teşekkür ederim bütün gazetecilerin de böyle olduğunu sanıyorum.