M. Faik Özdengül
İki Sebepten
Dedim ki:
Şunca saat anlatıyorsun. Bundan önce de nice öğütler verdin. Elinde kitaplar gördüm. Anlamadıklarını görmüyor musun? Bu seni öfkelendirmiyor mu?
Yanındakilere izin verdi. Zaten gitme vakitleri de gelmişti. Bir, bir boşalttılar odayı. Elimden tuttu. Bahçeye çıktık. Çok soğuk değildi. Uzaklaştık biraz. Özellikle bir şey söyleyeceği zaman bulunduğumuz yerden uzaklaştırırdı.
Konuşmaya başladı:
Şimdi sana anlatmak istediklerim var. Dinlemeye hazır mısın? Zaten soruyu soran bendim. Evet anlamında başımı salladım. Bu konuşacaklarımı iki sebepten söyleyeceğim dedi. Yani eğer birisi bir şey söylüyorsa öğüt anlamında, nasihat anlamında, ders verme babında, bunu iki nedenden dolayı yapar. Ya haset ya da esirgeme. Bunu başka şekilde de söyleyebilirsin. Ya kızgınlık nedeniyle ya da sevgi. Ya düşmanlık ya dostluk. Ya düzeltme ya bozma. Sen gerisini ilave et. Onlara da sana da söyleyeceklerim haset nedeniyle değil. Zira haset etmeye değer bir şeye haset etmek yazıktır. Değmeyecek bir şeye haset etmek zaten anlamsız.
Anlatırlar ya hani, bir adam Hacca giderken çöllere düştü. Pek susadı. Tâ uzakta küçücük bir çadır gördü. Oraya gitti, bir halayıkcağız gördü. Adam, konuğum ben, dileğim var diye bağırdı. Oraya vardı, su istedi. Öylesine bir su verdiler ki ateşten sıcaktı, tuzdan acı. Dudaktan damağa damaktan karna giderken gittiği her yeri yakıyordu. Adam, pek acıdı da o kadına öğüt vermeye koyuldu; dedi ki: Sizin bende hakkınız var, çünkü sizin yüzünüzden biraz esenleştim. Kayırmam coştu da ondan söylüyorum; sözlerimi dinleyin. Bağdat şuracıkta, Kûfe de, Vâsıt da, başka büyük şehirler de yakın size. Kötürüm bile olsanız sürüne, sürüne yuvarlana-yuvarlana oralara varabilirsiniz. Oralarda pek güzel, pek tatlı sular vardır; çeşit, çeşit yemekler, hamamlar, nîmetler, hoşluklar vardır. O şehirlerin tatlarını saydı-döktü. Derken, o Arabın kocası geldi. Birkaç çöl fâresi avlamıştı. Karısına pişir şunları dedi. Ondan konuğa da verdiler. İster-istemez yedi. Konuk gece yarısı çadırın dışında uyudu. Kadın, bu konuk neler dedi, neler anlattı, duydun mu dedi. Konuğun anlattıklarını bir eksiksiz kocasına anlattı. Kocası olan Arap, hay karı dedi, bu çeşit şeyleri dinleme; dünyada hasetçiler çoktur; esenliğe, devlete kavuşanları gördüler mi haset ederler; onları bu esenlikten etmek, bu devletten yoksun bırakmak isterler.(1)
Söyleneni anladı mı hem Arap hem kadın? Hayır dedim. Hasetten zannetti. Adam haset için mi söyledi? Hayır dedim yine. Bu esnada yanımıza birisi daha sokuldu. Bir şey demedi. Belli ki kulaktan gönlüne yol açmışlardandı. Bir kepçe de ona uzattı. Kokuyu hissettim önce. Yağmur ıslattıkta sonra, çimenlerin kokusu. Bir kısmını ayırt edemediğim çiçek kokularıyla karışmış. Birkaç derin nefes alıp içime çektim. Eskileri dışarı çıkardıktan sonra. Kokudan sonra fark ettim bastığım yerin yumuşamaya başladığını. Toprak bizi de reddetmedi. Güler yüzlü konuksever bir ev sahibi gibi gönlünü açtı. Bastığımız için incinmedi. Dürttü beni yanımdaki. Dinle der gibi. Başımı çevirince yeniden anlatmaya koyuldu:
Anlam nedir? Anlamak nedir? Kim anlar? Bunlar da senin merak ettiklerin?
Öncelikle söylediklerinin ne maksatla söylendiğini kendine sor. Sonra bunu ne maksatla konuştuğunu tıpkı benim şu anda yaptığım gibi anlat onlara. Anlamın anlaşılıp anlaşılmamasına gelince: Mayasında ululuk olmayan, büyüklerin adlarını duymaya dayanamaz.(1) Evvela bunu bilesin. Hikâyedeki Arap gibi esirgemek için söylersin haset zanneder. Lakin yine de söylemek lazımdır. Ola ki Elest gününde bir katrecik olsun damlamışsa, mayasına bir damlacık olsun bulaşmışsa o damla zamanla onu anlamaya doğru götürür. Nice sevdalardan, zahmetlerden mihnetlerden çekip kurtarır da bunaltısı parıltıya dönüşür. Anlam önce güzel görünmez ona. Sonra yavaş, yavaş tatlılaşmaya başlar. Görünüşün tersinedir bu. Görünüşe takılıp kaldıkça soğur ondan, oralarda oyalandıkça bunalır ve bir de bakarsın anlama manaya doğru yol tutar.(1)
Etrafımız kalabalıklaşmaya başladı. Daha soracaklarım vardı. Fakat benden önce davrananlar oldu. Derin nefeslerle tazeliği içime çekerken toprağa yakınlaştım. Söylemek gibi dinlemek de okumak ta iki sebepten dedi yanımdaki.
Öfkelenmedim. Gülümsedim. Toprağa konuk olmak iyi geldi. İkimiz de hasetten uzağız dedim. Elinden tuttum daha önce hancıdan dinlediğim bir hikâyeyi anlatmaya koyuldum. O da Mevlana Şemseddin’den nakil etmişti:
Büyük bir kervan bir yere gidiyormuş. Çöle düşmüşler. Ne bir mamurluk bulmuşlar, ne bir içim su. Derken ansızın bir kuyuya rastlamışlar; fakat kovası yokmuş. Bir kap elde ederler, ip bulurlar. Kaba bağlayıp kuyuya sallarlar. Çekince bakarlar ki ip kesilmiş kova yoktur. Bir kap daha bulup sallarlar. Çekince bakarlar ki ip kesilmiş, kova yok. Bir kap daha bulup sallarlar. Gene ip kesilir. Derken kervandan birini iple kuyunun dibine indirirler, o da çıkmaz, orda kalır. Kervanda akıllı biri varmış; o, ben ineyim der. Onu sallarlar. Kuyunun dibine varması yaklaşınca korkunç bir Zenci karşısına çıkar. Akıllı adam, bundan kurtulmama imkân yok, bâri aklımı başıma devşireyim, kendimi kaybetmeyeyim, bakalım, başıma ne gelecek der. Zenci, uzun masal söyleme der, tutsağımsın benim, doğru cevap vermedikçe hiçbir şeyle kurtulamazsın. Adam, buyur der. Zenci, yerlerden neresi daha iyidir diye sorar. Akıllı adam, kendi-kendine tutsağım, çaresizim onun elinde; Bağdat desem yahut başka bir şehri söylesem belki onun yerini kınamış olurum der. İnsana nerde bir eş-dost bulunursa orası daha iyidir; isterse orası kuyu dibi olsun, orası daha iyi; isterse fare deliği olsun, orası daha iyi diye cevap verir. Zenci, beğendim-beğendim, kurtuldun; dünyada bir tek adam var, o da sensin; Şimdilik seni bıraktım-gitti; senin yüzünden öbürlerini de azat ettim; bundan böyle hiç kan dökmeyeceğim; dünyadaki bütün insanları senin sevginle sana bağışladım der. Sonra da bütün kervan halkını suvarır, kandırır.(1)
Dostlarla iğne deliği meydan olur. Düşmanla meydan, zindan. Onun sesiydi. Daha derin bir nefes çektim içime. Aynam cilalandı.
(1) FÎHİ MÂ-FÎH(Mevlana Celaleddin Rumi)
Dr. Faik Özdengül
www.pozitifdegisim.com