Ümit Savaş Taşkesen
İş çıkışı Londra
İş çıkışı zamanlarını sevmiyorum Londra’da. Bu da saat dört ile yedi arasına tekabül ediyor. İnsanların işyerlerinden çıkıp otobüslere, metroya, taksiye ya da trenlere akın ettiği zaman yani. Her şey kilitleniyor sanki. Şimdi, tam da iş çıkışı zamanında o klasik iki katlı otobüsün üst katında yazıyorum bu yazıyı. Sıkıldım bu saatlerde kaplumbağa gibi giden otobüsün, trafiğin yavaşlığından. Arada geçen bu zamanı daha iyi değerlendirmek için yazmaya karar verdim. Bu da burada tecrübe ettiğim ilk şeylerden biri.
Etrafım ışıklar, köprüler, iki katlı otobüsler, tren yolları ve mesaj yazan ya da okuyan insanlarla dolu. Kimse bir diğerine bakmıyor. Siyahlar ve çocuklar dışında otobüste pek konuşan yok sanki. Sessizlik ve otobüsün uğultusu. Işıklar, ışıklar, ilanlar, eski binalar, dar yollar. Duyabileceğiniz sesler belki de telefonda konuşan, bedava dakikası olan, birilerinin sesidir ya da otobüste yan yana oturmuş iki kişi konuşuyordur. Birlikte binmişlerse otobüse sohbet ediyorlardır. Onun dışında ne yana baksanız yalnızlığınız olacaktır. Bir de dil bilmemiş olmanın getirdiği bir dilsizlik duvarına toslamışsanız, bu sessizlik ya da anlamsızlık perdesini yırtacak kesecek atacak bir etkiye ihtiyacınız vardır. Bunun da dil öğrenmekten, konuşulan dili anlamaktan ve konuşmaktan başka yolu yok.
Burada dikkatinizi konuşulan dile çekmek istiyorum, yazılan ya da okunan değil. Tıpkı bugün gittiğim kursun diğer kurslara getirmiş olduğu eleştiri gibi. İngilizce diyordu, konuşulan, yaşayan bir dildir. Ve konuşularak öğrenilir. Yazılarak öğrenilirse işte bizim gibi bir hal ortaya çıkar. Burada, konuşma temelli eğitim veren kursa gittiğimde belki de İngilizce ve kelime seviyesi çok aşağıda, geride olan insanlarla aynı seviyede çıkmak, ders almak insanı incitiyor. Ama daha hızlı yol alıyorsun başkalarından. Fakat biliyor ama konuşamıyorsan, bildiğinin, anladığının ispatı olan konuşmayı güçlükle yapıyor ya da yapamıyorsan aslında bu işi bilmiyorsundur.
İnsanlar otobüste ya da tüpte yiyor. Ellerde telefon daha çok iphone ya da blackberry telefon oyun oynuyor ya da mesaj yazıyorlar. Her ne yaparsa yapsınlar kulaklıklar takılı, dış dünyaya kapalıdır mutlaka. Kimisi ipad’ten kitap okuyor, arada bir otobüs anonsu gelinen durağı ve otobüsün yönünü söylüyor. Onun dışında motor uğultusunda bir sessizliğe gömülüyoruz otobüs içinde Londra yollarında.
Herkesin yanında yiyecek bir şeyleri vardır mutlaka. Yoksa da iş çıkışı uğranılan bir yerden, Çin lokantası, Subway, KFC ya da başka yerden alınmıştır. Hiç bir şey yoksa elde Costa ya da Starbuck’stan alınmış bir çay ya da kahve bardağı vardır. Sonuçta bir şeyler atıştırılıyor, tıkıştırılıyor, arta kalan çöpü yere bırakılıyor, kokunun kimi rahatsız edeceği düşünülmeden rahat tavırlarla yemeye devam ediliyor. Bazen makyaj tazeleniyor otobüste ya da tüpte. Burda metroya tüp deniyor.
İnsanlarla şu ya da bu şekilde bir temas kurmak yasak sanki. Göz teması dahi olsa kurulmuyor. En küçük bir temas, yoldan geçerken kazara hafifçe dokunmuşsanız, hemen bir sorry geliyor peşinden. Ya da teşekkür. Ama iletişim pek az. İlginç netekim, nitekim. Otobüsün penceresinden bakıyorum. Sonunda ineceğimiz durağa geldik.