Derviş Argun
İslamcılık Üzerinden Blok Çatışması
Geçtiğimiz hafta Mavi Marmara üzerinden başlatılan ama hemen sonrasında Ak Parti’den İslamcıların tasfiye edileceğine dönük söylentilere ve karşılıklı ithamlara dönüşen bir süreç yaşadık. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Hindistan dönüşü uçakta yaptığı açıklama ile bu süreç, ya bitmiş ya da üstü örtülmüş gözüküyor. Bitmişse problem yok. Ama üstü küllenmiş ve 21 Mayıs kongresinden sonra yaşanacak muhtemel kadro değişikliğinde tekrar alevlenecekse İslamcı camia içindeki kartelanın renk harmonisinde ton savrulmaları yaşayacağız demektir.
Ak Parti ve kurucu liderinin din ya da dindarlık üzerinden bir siyaset yapmayacağını ama dindarların özgürce inançlarını yaşayabilecekleri bir vasatın mücadelesi için siyaset yapacağını deklare ettiğini hepimiz biliyoruz. 2002’den bu yana gün be gün bu sözü yerine getirmenin çabası içinde oldular. Onca eksikliğe rağmen saymaktan aciz kalacağımız kadar kazanım oldu. Sadece Müslümanlar açısından değil, aşağı yukarı her bir kesim bu kazanımlardan istifade etti. Şiddete bulaşmayan ya da şiddeti tavsiye etmeyen tüm yapılar, kamu imkânlarından alabildiğince istifade ettirildi. STK’ların ürettikleri neredeyse hiçbir projeye kayıtsız kalınmadı. Hatta o kadar ki, proje sonunda verim sorgulaması bile yapılmadı. Toplumsal katma değer sağlayacağı zannedilen ya da umulan projelere dudak uçuklatan katkılar sağlandı. O kadar ki, rivayetlere göre FETÖ, kendisine yakın bakanlıklar üzerinden bu katkılarla devleti soydu.
Peki, tüm bunlara rağmen sorun nedir?
2002 yılı öncesini anlatmaya bile gerek yok. İnsanların, en temel insani haklarını bile kullanamadıkları, ayrımcılığın ve ötekileştirmenin bırakın şahıs ve grupları devlet eliyle yapıldığı günlerden geldik. Hak ve özgürlüklerin yok sayıldığı, talep edenlerin yaşına ve cinsiyetine bakılmadan yerlerde sürüklendiği, insan bile kabul edilmediği bir dönem yaşadık. O gün yerlerde sürünen kesimler, bugün birbirlerini yerlerde sürümek için fırsat kolluyor. Ne adına? Devletteki etkinliğini arttırarak sevk ve idarenin yegâne sahibi olmak. Bu mudur yani 15 Temmuz’da yaşanan tüm acıların semeresi? Bu mudur bizim omuz omuza olmamız gereken bir günde yaşamamız gereken gerçeklik? Kim hangi hakla ait olduklarını iddia ettikleri kesimler adına blok(!) duruş sergileyerek Ankara üzerinde ağırlık kavgası veriyor? Bu durumun, devlete neredeyse hiç temas etmemiş ama her acının merkezinde tüm varlığıyla bulunan insanlarda karşılığı nedir? Bu insanlar bu ülkede on milyonlarla ifade ediliyor.
İster STK ister birey herkes yerini ve karşılığını bilecek. Mücadelemiz konumlar üzerinden değil, talep ve gerçekleşmeler üzerinden olmalıdır. 2002’den bu yana omuz omuza özgürlük ve bağımsızlık kavgası verdiğimiz kesimler arasındaki ortaklık Kasım 2019’a da ondan sonraki seçimlere de taşınmalıdır. Kimin dindar kimin ne kadar İslamcı olduğu kendisini ilgilendirir. İslamcı diye kimsenin hatasını, İslamcı değilmiş diye de kimsenin toplumun menfaatine olan teklifini görmezden gelemeyiz.
İslamcılık dediğimiz şey, bizi onarıp tamir etmiyorsa, olmamız gereken çizgiye taşımıyorsa, hizip ve grupçuluktan kurtarıp herkes için faydacılık arayışında olan bireyler haline getirmiyorsa, 15 Temmuz’un katilleri olan FETÖ’ye benzemeyeceğimizin bir garantisi mi var.
Bir tarafta güya İslamcılığı dip yapmış adamların kurulması muhtemel hükümetin bir yerinde yama olmak için CHP’yle, FETÖ’yle girdiği iğrenç ilişkiler varken, öte yanda kendisine başbakanlık teklif edildiği halde 7 Haziran seçim akşamı kapıya çıkıp CHP ve HDP’ye kapısını kapatan Devlet Bahçeli var.
Hâsılı, artık geldiğimiz yer çok kırılgan, üzerinde durduğumuz çizgi çok incedir. Bu millet, kimsenin şahıs ya da grup menfaatlerine dönük talepleri üzerinden geliştirdiği ağırlığı taşımak zorunda değildir. Kavgayı , bizden kimin nereye geleceği değil, iyi ve yetkin adamların iyi yerlere gelmesi için vereceğiz. O sebeple de dindarlığımızı taleplerimize, taleplerimizi de mücadelemize dönüştüreceğiz. Bunu her yerde herkes için yapacağız.