M. Faik Özdengül
Issız Adam’ın çığlıkları
Bu hafta bir psikologun Issız Adam’la ilgili yorumunu alıntılayacağım. Yazı Tarık Solmuş’a ait.
Siz de ekleyebilirsiniz kendi yorumlarınızı. Okuyalım:
ISSIZ ADAM’IN ISSIZ ÇIĞLIKLARI...
İçindeki derin sevgi boşluğunu doldurma çabasının upuzun yolculuğunda yeni bir adımı atmanın primitif seksüel heyecanıyla ağzı kulaklarında bir adam görüyorsunuz önce. Öylesine bir keyif ki bu; hani 40 yıldır çözülememiş bir matematik formülünün işte size süpermeni! Nostaljik müzikle kendi geçmişini arayan, aynanın karşısında kendi minik narsisizmiyle sevişen bir adam görürsünüz sonra. Nasıl bir gurur ama ! İlginçtir; her “ilişki” yeni bir gömlek, aynanın karşısında kirli sakalların hafifçe okşanışı ve dillendirilmese de içten içe dudaklardan dökülen “aşkım; Alper’cim, hımmm, canım benim” sözleridir. Ve tabiî ki yeni bir çarşaf demektir; bir öncekinin izi kalmasın da bir an önce, bir sonrakine yer açılabilsin diye. Sakın; iz kalmasın, ne bir dokunuş ne de bir sevgi kırıntısı. Yıpratıcı, tüketici ama bir okadar da haz verici bir bağlanmamaya bağlanma yolculuğu sürer gider böylece. İşte size “çapkın”, “karizmatik” ve de “tamam, serseri merseri ama çok yakışıklı, çok da çılgın” bir “güçlü” Türk erkeği profili. Günümüz kadınlarının en ama en güvenli limanı; bir gemi kalkarken daha bir başka geminin çoktan yanaştığı en çekici liman…
Hiç çözümlenmemiş erkek modeli kaybının en net temsilcisi babanın bıraktığı toprakla açılan yemek bahçesinde bir erkeğin de bir kadının da nasıl memnun edileceğini iyi bilen bir aşçıdır Alper. Her müşteri hassas, özen isteyen, narin bir kadın gibidir onun için. Kadınlara dokunmaktan ürken Alper’in yemekleriyle dans edişine tanık olursunuz. Hiçbir memnuniyetsizliğe yer yoktur hayatında; hiçbir reddedilmeye, olasılığına bile. Olasılıkta bile, önce o reddecektir…
Seviştiği her kadının erkeğidir, hayvanıdır, kocasıdır. “Hepiniz aynısınız”ı da ısrarla ve inatla besleyen ortalama Türk erkeğinin en baş aktörüdür. Sert davranır kadınlara ama canlarını yakıp yakmadığını da soracak kadar “ince”dir; bastırılmaya çalışılan biseksüalitenin sesini duyurma çabalarına tanıklık etmiş olursunuz. Hep nostaljik bir şeyler çalmak ister her sevişmeden sonra; her yeni akşamda geçmişi tüketme çabasını izlersiniz. Nazik olmayı isteyen ama bunu nasıl yapacağını bilemeyen bir Alper profili görürsünüz hep. Keskin sınırları vardır; özelikle de birinin yardımını, desteği isteme konusunda. Kalabalıklarda yürüyen bir sessizliktir Alper…
Ve Ada; işte size ilk narsisistik kırılma Alper’in hayatında. Belli ki deneyimli, ve öyle kolay kolay da kendini bu muhteşem erkeğin kollarına bırakmayacak zor bir kadındır Ada. Deneyimlidir; belki de hiç olmamasını istediği deneyimlerle doludur yaşamı. Kırık, kırgın, yaralanmış; bir kenarı kopmuş bir yaprak tanesidir aslında; öylesine süzülüp gitmektedir havada. Kendine de hayata da bir şans verip vermemek, bir erkeğe güvenmekle güvenememek arasında gidip gelen; nereye sürükleneceğini bilemeyen bir yüzen Ada… Biraz uğraştıracak olsa da vazgeçmeyecektir Alper. Öyle kolay kolay teslim olmayacaktır Ada da. Zor kadını oynama çabaları Alper’in en nokta atışlarıyla bir bir yok olur; her kale yavaş yavaş düşer. Taşlarını toplayıp da surlarını yeniden yapma çabasından çabuk vazgeçer Ada, buna gücü yoktur çünkü. Onarmaya ihtiyacı vardır kendisini; ve işte karşısındadır Alper; kendi yarım kalmışlıklarını onaramayan Alper’in kollarındadır artık Ada. Aşık olduğu için kızgın ve de gözyaşlarına hakim olamayan “ortalama bir Türk kadını” görürsünüz karşınızda. Her bağlanma kaygısı; her atak yemek yeme ihtiyacını doğurur. Alper bir “salaktır”; ve Ada da kendisini bu “salağın” kollarına bırakmaya çoktan teslim olmaya başlamıştır bile. Alper’den özür dilemek için yapılan telefon konuşması; Alper’e nekadar güvenip güvenilmeyeceğinin bir sorgulamasıdır aslında. Alper’e yönelik her hışım, öfke Alper’e bağlanmanın sancısıdır aslında. Kontrolünü kaybettiğinin farkında olan bir kadının hazırlıksız yakalanmışlığının çaresiliğini görürsünüz bu anlarda. Yeni bir doğumun sancılarıyla kıvranıp durur Ada. Aşk’la “nefret”in kucak kucağa oturmuşluğunu görürsünüz sonra. Tutkuya dönüşen bir “nefretle” karşı karşıya kalırsınız. Kendi uçsuz bucaksız koşuşturmalarıyla Alper ve kendi gelgitleriyle, çözümlenmemiş kayıplarıyla, incinmişliğiyle ve “acaba mı, bu sefer de aynı şey mi olacak” diye buram buram kaygılanan ve tabi filmin sonunda Alper’in kaçışını gördüğünüzde çok da haksız sayılamayacağını düşündüğünüz Ada’nın çıkılması olanaksız bir yokuşu emekleye emekleye katetmeye çabalamasını izlersiniz sonra. İki güvensizin en “güvenli” ilişkisidir artık aralarındaki.
Aynı yatakta saatlerce birlikte yatmaya hiç alışık olmayan “güçlü” bir erkeğin erken boşalma sorununu görürsünüz sonra; belki de ilk kez. Tuhaftır Alper için, sanki yeni ama zorlu bir yolculuğun habercisi gibidir. Ve film boyunca sürecek olan gel-gitlerin, iç mücadelelerin, var olmayla olmama kaçışmalarının, Ada’ya bağlanmayla bağlanamamışlığın yıkıcı sarsıntılarını görürsünüz. Kendi kendine, kendi kendisinden kendince kaçınmaya çabalayan; kafası karışmış bir Alper vardır artık. Ve onun bu halinden hep ürken, ama hep bekleyen; her şeyin düzelebileceğine; eğer o da çabalarsa düzeleceğine inanan bir Ada görürsünüz sonra. Alper’in “hep beklediği” sihirli değnek tam karşısındadır artık. Hayatı kendi yazdığı senaryolarla yaşayan tüm kadınların prototipleşmiş bir örneğidir Ada; tarihsel rolünü yerine getiren bir süper kahraman bulursunuz karşınızda. Uğraşsa olacaktır; yeterki sabretsin; biraz katlansındır; zamanla her şey yoluna koyulacaktır… Kendi güvenli limanını bulamayınca kendi kendine kendince yaratmaya çalışan bir geminin sonuçsuz çabasıdır Ada…
Gecenin bir yarısı; içinde birdenbire doğan bir sevgi ihtiyacıyla annesini arar Alper. Gündüz aradığında telefonu açılmayan anne bir özlem objesidir artık. Ama Alper’in belirlediği zamanda, Alper’in istediğince kurgulanan bir obje, ne bir gram eksik ne bir gram fazla; sakın ha !, bu ölçü hiç kaçırılmamalıdır. Film boyunca yumuşak, sevgi kelebeği, koruyucu, kollayıcı; sanki tamamen güvenli bir anne profili görürsünüz. Aynı sofrada yemek yemenin dışında her türlü ihtiyacı karşılanır annenin. Sonra gelir anne İstanbul’a; sınırsızlık da artar, annenin varlığının yarattığı kaygının yoğunlu da…
Annesini yolculadıktan hemen sonra Ada’ya delicesine sarılan, ama bir o okadar da yas tutan bir Alper görürsünüz. Sanki “isteyemiyorum”un ilk haykırışıdır o sahne…Evet, “istemiyorum” değil; “isteyemiyorum”…Ada’yla aynı yataktayken onu tek başına bırakıp “eski” sevgililerinden birine koşan ama kapıdan geri dönüp yine Ada’sının yanına koşan; sanki hep “bir ileri bir geri” Alper’dir karşınızdaki…
Var olanı değiştirmeye çabalarken yerine yenisini koyamayacağına inanmaya yenik düşen bir Alper’dir…
Bağlanma kaygısı okadar derindirki; aynı anda 5 saniyeden daha fazla bakamaz Ada’nın yüzüne; “aşık olduğu” Ada’sının yüzüne…
Aslında hep kendisiyle sevişen ama bununla yüzleşecek cesareti kendinde bulamayan Alper için nasıl da derin bir aynadır Ada !
Ada’nın onu tanımayı istemesi nasıl da ağır bir yüktür şimdi. Tüm çarşaflar tek tek tekrar tekrar yıkanacak, geçmişe ait paketlenmiş yaşantılar; her sayfa yeniden açılacak, her duygu yeniden sorgulanacak, ve her…ve her…
“Seni seviyorum, Aşkım” der Ada’ya; ama sevgi sözcüğü sadece bir yanılsamadır, belki bir alışkanlık, öylesine; sonrası hiç düşünülmeden dudaklardan çıkan bir cümle…
Bu aşkı bilen; ama hiç hissedemeyen o çok kendinden emin tavrı eşlik eder Alper’e; “biliyorum” der Ada. Evet, Alper’in “aşkını” biliyordur; hiç göremese de…
“Ben sana dönüşmeliyim sen de bana” der Ada; ve ekler “sanki kendinle sevişirmişsin gibi”…
“Gördüğün kadarım, fazlası yok, varsa da ben bilmiyorum” der Alper…
“Bir bilinmezlikten bir benlik yaratmakla uğraşma” der sanki Alper. Bu tek kişilik saklambaç, hiç sonlanmasın ister…
“Sanki hiç çocuk olmamışsın ama hep çocuk kalmışsın gibi” der Ada Alper’e. Evet, hiç ol(a)mamıştır ve evet; hep çocuktur aslında; hep bakıma, sevgiye, şefkate ihtiyaç duyan, ama hiç isteyemeyen bir çocuk…
“Zor be anne, çok zor”…Filmin en can alıcı cümlelerinden birisidir bu, bir özetidir aslında. Annesine kavuşmak, ona sevgiyle koşmak isteyen, ama bundan bir okadar da korkan, çaresiz, kendi duvarlarını aşamayan bir Alper’in içindeki yansımadır bu cümle. Birlikte yemek yerken, sanki yıllardır söylenememiş de şimdi artık daha fazla taşınılamayan öfke dolu bir “anne yeter!” haykırışından bile daha çarpıcıdır. Ada’ya “sıkılır o şimdi benden, sizi yalnız bırakayım” derken de anneden kaçınmacı tavrın örneklerinden birine daha şahit olursunuz. Hangi anne sıkılır ki oğlundan ? diye düşünürsünüz. Öyle ya, sıkılırmı ki bir anne evladından ?
Ve, “Ada ben ayrılmak istiyorum” der Alper…
“Ben biliyordum ama seni korkutmamak için uğraştım sanıyorum” der Ada…
“Olmayacağını bildiğin halde…”, “Neden ?” diye de ekler…
Ve, söylenememişliklerin birbiri ardına içsel seslerle sıralandığı final sahnesi…
Yarım kalmışlıklar, başka yarım kalmışlıkları takip etmiştir ikisinin de hayatında…
Kendi içlerinde kurdukları kurmaca dünyada, gerçek sevgi fısıltılarını izlerseniz…
Alper’in yalnızca bir “geri dön”üyle bile ona dönmeye çoktan hazır olan Ada’yı izlersiniz…
Bebeklikten yetişkinliğe, ait olmak ya da olmamak, bir ilişkide yol almak ya da almamak, bir ilişki isteyememek, bir çırpınış, bir var oluş bir yok oluş, bağlanma ve de bağlan-MA. En şefkatli, en derin, en yalın sevgi ihtiyacı duymakla birlikte; kaygılarından da korkularından da sıyrılamayan, kaçınan bir Alper ve her nekadar kökeni güvenli olsa da yaşadığı acı deneyimlerle travmatize olmuş bir Ada’nın öyküsüdür film…Alper’den dayak yiyeceği beklentisiyle başını iki elinin arasında alıp kendini korumaya çalışması, geçmişine ait derin bir izdir Ada’nın; ve ne çok şey söyler…
Değişmekle değişememek arasında sürüp giden sessiz bir gemidir Alper…
Kendi kurduğu sahte kendilikli, uçsuz bucaksız kaçınmalarıyla Alper. Köşe bucak dört nala…
Bir Issız Adam; öylesine, hemen kıyısında hayatın, sessizce, kendi kendine haykırışlarla, ıssız çığlıklarla…
Bir yarım kalmışlıkla bir hiç başla(ya)mamışlığın “ilişkisidir” Ada ve Alper…
Kimsenin hayatına dahil olmayı istemeyip kimsenin de onun hayatında var olmasını isteyemeyen Alper’le kendi terk edilmişliğini onarmaya çalışan Ada’nın masum ama çaresiz “ilişkisidir”…
Alper’in söylemeyi isteyip de söyleyemediği ne çok şeyin öyküsüdür Ada…
Hiç iyi değildir Alper’; ama görünmek onun hep tek çaresidir…
Hiç kurulamamış bir yakınlıktır Alper…
Hiç kopamamaış bir yarım kalmışlıktır Ada…
Bir derin reddedilmişliktir Alper…
Bir derin terk edilmişliktir Ada…
Tek gecelik ilişkilere bir ömrü sığdırma çabasıdır Alper…
Bir başkasının ömründe nefes alma arayışıdır Ada…
Ve bir “veda”laşmayla “biter” öykü sonra. “Çaresiz” bir sarıp sarmalanmışlıkla…
“Hoşçakal Ada…Hoşçakal sevgilim…”der Alper…
Birbirimize söyleyemediğimiz ne çok şey var hayatta…