Prof. Dr. Ramazan Altıntaş

Prof. Dr. Ramazan Altıntaş

İyiler ve Kötüler

Yaşadığımız yüzyıl büyük değişimler çağı. Bir nevi, küresel ölçekte büyük oranda milletleri ideolojik anlamda kategorilere ayıran yaklaşımların bittiği, yerini iyi ve kötüler şeklinde bir ayrıma bıraktığı bir yüzyıldan geçiyoruz. Bu derinden gelen değişimi dikkatli bir gözlemci olan herkes fark edebilir. Bir birey olarak bize düşen, bulunduğumuz mekanlarda daima iyinin öncüsü, sözcüsü ve yayıcısı olabilmektir. Bu çağ aynı zamanda, entelektüel düzeyde insanın kendisiyle ve tarihiyle bizzat yüzleştiği bir zaman dilimidir.

Hiç kimse, tarihinden kaçamaz. Nereye gitse, ister sevsin isterse sevmesin, tarihini bir üzüm küfesi/sepeti gibi sırtında taşımaktadır. Eğer mutlu olmak istiyorsa, bunu benimsemesi ve kendi tarihiyle, kendi kültür ve değerleriyle yüzleşmesi gerekir. O, her ne kadar tarihine sırt dönse de tarihi ona hiçbir zaman sırtını dönmeyecektir. Çünkü yaklaşık yarım yüzyıl bizde Türk aydını hep kendi tarihsel gerçekliğine sırt çevirmeye çalışmışsa da bugün tarihiyle barışma, yüzleşme sinyalleri vermeye başlamıştır. Geçte kalsak bu durum sevindiricidir. En azından tahkiki bir süreç sonunda ulaşılmış bir yargıdır. İslam’da da tahkiki iman bu açıdan önemli değil midir?

Yukarıdaki düşüncelerimin bir açılımını şu örnek olay çok güzel ortaya koyacaktır. 2002 yıllarında ODTܒde öğretim üyesi olan Prof. Dr. Ahmet İnam’ı “gönül felsefesi” konusunda bir konferans vermesi için fakültemize davet etmiştik. Konferanstan sonra özel dost sohbetlerimizde hocamız can yakıcı, yürek hoplatıcı bir hatırasını ve kendi evi’ne dönüşünün hikayesini anlatmıştı.

Sanırım olay İsveç’in başkenti Stockholm’de geçiyor. Uluslararası bir sempozyuma katılmış. Kültürler arası ilişkiler vb. gibi bir konusu var sempozyumun. Bildirimi sundum diyor İnam hoca. Her kürsüye çıkan tebliğci bana dönerek bir Müslüman olarak bu konuda siz ne diyorsunuz ya da İslam kültüründe bu mesele öyle değil midir? gibi sorular yöneltiyorlar. Ben de bildiri sahibinden sonra müzakere için kürsüye çıkıyorum ve her ne kadar beni Müslüman olarak tanısanız da ben Müslüman olmadığım gibi her türlü doğaüstü inancı da reddediyorum. Ben Müslüman değilim, marksistim, ateistim, tanrı filan tanımam diyorum.

Aradan zaman geçiyor, sanki ben şahsım hakkında hiç bilgi vermemiş gibi akademisyenler şuuraltı yargılarını yeniden depreştirerek aynı soruları tekrarlıyorlar. Çünkü diyor İnam hoca, ben sosyal ve kültürel açıdan Müslümanım. Müslüman bir toplumda dünyaya geldim, istesem de istemesem de Müslümanlık benim genlerime işlemiştir. Bir çeşit bu, üstad Cemil Meriç’in deyimiyle Batılı’nın bize bakışını yansıtıyor: “Bütün camileri yaksak, bütün minareleri yıksak, batılının gözünde yine Osmanlı’yız, yine Müslümanız."

İnam Hoca, yaşadığı bu olaydan çok etkilenir. Dedim ki diyor kendi kendime, ulan Ahmet, inanmadığın halde, cenabet olduğun zaman gusül/boy abdesti alıyorsun, yer yer besmele çekiyorsun, Allah diyorsun, inanmadığın halde, ramazan ve kurban bayramları coşkusuna katılıyorsun, niye tarihinle, kültürünle, medeniyet ve değerlerinle yüzleşmiyorsun? Bundan sonra, kendi evi’me dönmeye karar verdim, diyor. Sonra da bizim öz değerlerimizle harmanladığı bir “gönül felsefesi” tutturuyor.

Ahmet Hocanın “gönül felsefesi”nin özünü ne oluşturuyor? Bu soruya Ahmet İnam şu cevabı veriyor: “Elbette büyük ölçüde arkamızda tasavvufi bir kültür duruyor. Türklerin İslamiyet'le tanışmasından sonra özellikle Ahmet Yesevi'yle başlayan müthiş bir 'arama hamlesi' ve 'gönül serüveni' bu toprakları harmanlamış. Mevlana da Yunus Emre de bu hamlenin birer öncüsüdürler. Ama ne yazık ki bu isimlerin hiçbiri doğru dürüst incelenmemiştir” diyen Ahmet İnam hoca “gönül felsefesi” projesini şu şekilde yorumluyor:

“Belki kendimi bulma ateşi... Gönül'e ancak kendi dünyamızda ulaşabiliriz. Çünkü tam bize ait has bir sözcüktür; başka dillere çevrilmesi pek mümkün değildir. Gönül sadece kalp, aşk, şevk sözcükleriyle karşılanamaz; ondan çok daha zengin ve derindir. Dolayısıyla gönlümüzü keşfedebilirsek karşımıza inanılmaz ufuklar çıkabilecek... Onun için her kavramın asla yıpranmaması gerekir. "Gönül Felsefesi" sadece lafla söylenen değil yaşanan bir duygudur. Onu yaşamak gerekir. "Gönül"ün bir manası var demek. Çünkü gönül edeptir. Edebin karşılığı ise, erdemdir. Gönül sahibi olmak; erdemli, edepli insan olmak demektir. Zaten bizim tasavvufi kültürde çok derin biçimde karşımıza çıkar.”

Ahmet İnam hoca, gönül felsefesinin temellerini İslam tasavvufuna dayandırarak şunları söyler: “Tasavvufi kültürle ilgiliyim ama mütedeyyin bir insan olmadığım için konumum daha tuhaf. Eğer dindar bir insan olsaydım, o zaman tasavvufla ilgim alışılagelen bir Müslümanın ilişkisi gibi olacaktı. Ama ben bu kültürü daha çok yüreğimde duyan bir insan olduğumu düşünüyorum. Tabi bu lafıma bir dindar itiraz ederek, "sen kim oluyorsun" diyebilir. Çünkü bana, "sen dinsiz bir adamsın, nasıl oluyor da tasavvufa burnunu sokuyorsun" diyenler olmuştu. Estağfurullah, ben zaten tasavvufa burnumu sokamam, ama bu kültürü yüreğimde hissediyorum. Zaten tasavvuf sözünü söylemekten kaçınıyorum. Bu topraklarda İslam'la birlikte ortaya çıkan kültür sözünü kullanıyorum. Kendimi yürekten Müslüman addediyorum. Dinsiz bir adam olsam da!” diyor İnam hoca.

Kendisine, hem dinsiz ve hem de Müslümanlık nasıl oluyor? şeklindeki bir soruya Ahmet İnam gülerek şu karşılığı veriyor? “Bana arkadaşlarım, "Yahu niye böyle söylüyorsun, dinsiz olduğunu saklasana" derler. Niye saklayayım ki? Çünkü ben bir sürü insanın yaptığı gibi iki yüzlü davranamam. Onlar, ne camiye giderler, ne besmele çekmesini bilirler, ne de İslam kültüründen haberleri vardır, İslam'ın şartları hakkında da hiçbir şey bilmezler; ama sonra kalkıp "ben Müslümanım" derler. Çünkü onlar menfaat elde edeceklerdir. Ben açıkça "Müslüman dinsizim" diyorum.” İnam hoca ‘müslüman dinsiz’ kavramının içini de şu şekilde dolduruyor. “Çünkü adım bir defa İslam, ben Ahmed'im, Muhammed'den geliyor. Ezan veya mevlit dinlediğim zaman kalbi temizlenen bir adamımdır. Ama beni rahatsız eden bu ritüellerdi. Onların dışında yalnız bir adamım. Cemaat olmadığı zaman camiye gidip bir köşeye oturup saatlerce düşünürüm. Dua ederim, çünkü Allah'a inanırım. Dinsizim ama Allahsız değilim. Dinle olan problemim insanlardan kaynaklanıyor. Çok kaba ve sahtekar bir sürü adam var etrafta. Onların arasında olmak istemiyorum. İslam'da "insan temiz fıtrat üstüne doğar" denir ya.. Fakat çoğumuz odun olarak yaşıyoruz, çok kaba. Eğer bu kabalığı terk edip ince yaşayamazsak zaten yok oluruz. Kabalıkla bu dünyadaki varlığımızı sürdürmemizin bir şansı yok. İnce fikirli insan olmak zaten İslam ve tasavvufun arzuladığı bir şeydir. Türkler elinde kılıçla dolaşan barbar bir millet değildir. Sadece asker bir millet değil; gönlü olan, ince ruhlu insanlardık bir zamanlar. Unuttuk tabi o ruhu. Elimizde hep kılıç olduğunu zannediyoruz. Halbuki elimizde aşk, dostluk ve sevgi vardı. Bu tarafımızı tekrar keşfetmemiz lazım.” ( Geniş bilgi için bkz. Millet, Haftalık Haber dergisi, Sayı: 15 (27 Ocak 2003).

Ahmet İnam hoca, aslında Türk aydınının nasıl bir çarpılmışlık ve kimlik erozyonu yaşadığının fotoğrafını çekiyor bize. Bizim en marksistimizin, en ateistimizin bile mayasında İslam kültürü vardır. Bizde solculuk, Amerikan emperyalizmine, sömürüye, haksız rekabete, yoksulluğa, âdil bölüşümsüzlüğe bir tepkinin adıdır. İslam dünyasının başka yerlerinde İslami Sol gibi akımların varlığı da aynı özü taşımaktadır. Artık günümüzde sağ-sol, ilerici-gerici vb. gibi kavramlar anlamlarını yitirmeye başladı. Bunların yerini iyiler ve kötüler alıyor. Burada, “iyilikte ve Allah’a karşı sorumluluk bilinci taşımakta” yarışanlara büyük görevler düşüyor. Elbette bu görevi üslenenlerde derin ve tefekkürü bilginin yanında temsil liyakatine da ihtiyaç vardır. Hayat zaten iyilerin ve kötülerin mücadele alanı değil midir? Tekrar bu konular üzerinde düşünmek dileğiyle.



Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Çok uzun metinler, küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,Türkçe karakter kullanılmayan yorumlar onaylanmamaktadır.