Prof. Dr. Ramazan Altıntaş
Kabir azabı
İslam inancına göre, kabir ve âhiret ahvâli gibi ölümden sonraki hayat, gayba ait meselelerdendir. Akıl ve duyularla hüküm verme, bilgi edinme imkânı olmayan bu gibi konular, Allah ve peygamberin haber vermesiyle bilinir. Bu bilgi türüne sem’iyyat denilir. Sem’iyyat, akıl ve tecrübe alanının dışında vahiy ve rivayetler yoluyla elde ettiğimiz bilgilerin genel adıdır. Sem’iyyata dayalı dini bilginin itikatta delil olabilmesi için Kur’an-ı Kerim’in muhkem âyetlerine ve Hz. Peygamberden gelen mütevatir haberlere dayalı olması gerekir. Çünkü itikatla ilgili konularda tevâtür yoluyla nakledilen rivâyetler, kesin bilgi ifade eder. Eğer rivâyet, âhâd yolla gelmişse, zannîlik ifade eder. Zan diğer bir ifade ile şüphe üzerine itikat oluşturulamaz. Kabir ve âhiret halleri ile ilgili anlatılan konuların bir kısmı, muhkem âyetlerle, bir kısmı da müteşâbih âyetlerle ya da sahih yollarla peygamberden gelen mütevatir haber ya da âhâd haberle sâbittir.
İslam düşünce tarihinde kabir azabının vakti konusunda farklı anlayışlar varsa da varlığı konusunda hiçbir görüş ayrılığı yoktur. Bu konuda hepsinin ortak görüşü, Allah kabirde insanları diriltir, bir müddet azap görürler ve sonra tekrar öldürür, şeklindedir. Kur’an-ı Kerim’den kabir azabının varlığına delil olarak getirilen belli başlı âyetler şunlardır:
“Onlar da şöyle derler: “Ey Rabbimiz! Bizi iki defa öldürdün, iki defa da dirilttin. Günahlarımızı kabulleniyoruz. Şimdi (bu ateşten) bir çıkış yolu var mı?”[1] Kafirler bu dünyada tabii ecelle öldükten sonra sorgu-sual için diriltilecekler, daha sonra tekrar öldürülecek ve ahrette yeniden diriltileceklerdir. Dolayısıyla bu ayet de kabir azabının varlığına delalet etmektedir. Eğer kabir azabı sahih olmasaydı, bir defa öldürme olurdu. Bu konuda bir başka ayet de şöyledir:
“(Öyle bir) ateş ki, onlar sabah akşam ona sunulurlar. Kıyametin kopacağı günde de, “Firavun ailesini ateşin en şiddetlisine sokun” denilecektir.”[2] Her ne kadar bu ayette özel manada Firavun ve ailesi söz konusu ise de genel anlamda azabı hak eden bütün mükellefler bu işin içerisine girer. Bu ayette anlatıldığı gibi sabah-akşam ateşin karşısına getirilme, berzahta olacaktır. İki şey arasında engel, anlamına gelen ‘berzah’, ölüm ile başlayıp, yeniden dirilmeye kadar geçen süreyi ifade eden dinî bir terim olup, onun, azaptan başka bir manası yoktur. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de şöyle bahsedilmektedir: “..Onların gerisinde ise, yeniden dirilecekleri güne kadar (süren) bir berzah vardır. Sûra üflendiği zaman artık aralarında akrabalık bağları kalmamıştır, birbirlerini de arayıp sormazlar."[3]
Kabir azabı ile ilgili bir başka ayet de şöyledir:
“Hataları (küfür ve isyanları) yüzünden suda boğuldular ve cehenneme sokuldular da kendileri için Allah’tan başka yardımcılar bulamadılar.”[4] Bu âyette; “suda boğuldular ve ateşe sokuldular” şeklinde ifade edilen iki eylemin arasında yer alan fe bağlacı, ta’kibiye için kullanılmıştır. Dolayısıyla bu âyette, fe bağlacının ta’kibiye için kullanılması kabir azabına delâlet eder. Bu ayetlere ek olarak Âl-i İmran Suresi’nin 169. âyeti de kabir azabının varlığına işaret etmektedir.
Yukarıdaki ayetlerden başka, Hz. Peygamberden gelen bazı rivayetler de vardır. Bir defasında Hz. Peygamber iki kabre uğradı ve: “Bu kabirdekiler azap çekiyorlar. Azapları büyük bir günahtan dolayı değil. Kabirdekilerden birisi, laf getirip götürmeden diğeri de idrar sıçramasına karşı korunmamaktan azap görüyor” buyurdular. Resul-i Ekrem daha sonra, yaş bir hurma dalı istedi ve onu ikiye böldü. Bir dalı kabrin birisine, diğer dalı da ikincisinin üzerine dekti ve: “Belki bu fidanlar taze kaldıkça onların azapları hafifler” buyurdu.”[5] Ayrıca bu rivayetten başka, çok sayıda kabir azabından korunma konusunda Hz. Peygamberden gelen rivayetler mevcuttur.
Netice olarak, sıralanan âyet ve hadisleri delil gösteren Kelam bilginleri, kabir azabının gerçek olduğunu söylemektedirler. Maslahat açısından, kabir azabının varlığını bilmek, yaşayan mükelleflerin yararınadır. İnsanlar kötü fiilleri yapıp, vâcibatı terkettikleri zaman önce kabirde sonra da cehennemde azap edileceklerini bildiklerinde, bu durum onları kötü fiilleri işlemekten uzaklaştırır ve vâcibatı işlemeye yöneltir. Böylece, toplumu oluşturan fertlerde sorumluluk bilinci meydana gelir. Öyleyse, kabir azabının kabulünde ve çok sık işlenişinde temel faktör, toplumu kötü fiillerden sakındırmaya dönük amaçtır. Yüce Allah’ın öldüren ve dirilten olduğuna inanan bir Müslüman, O’nun, kabirde, ölen kimseyi diriltmesi ve aklını ikmâl etmesine de inanır. Ayrıca “cezâ ve mükafat yeri âhiret olduğuna göre, kabirde, ölen kimseye nasıl olur da azap edilebilir?” diyen kimseye, nasıl ki dünya hayatında bir takım suç işleyen kimselere hadlerin/cezaların ikâme edilmesi uygunsa, aynen bunun gibi, kulun maslahatı gereği cezayı hak eden kimseye kabirde azabın küçük bir kısmının tattırılması da uygundur, şeklinde cevap verilebilir.
[1] 40/Mü’min 11.
[2] 40/Mü’min 46.
[3] 23/Mü’minûn 100–101.
[4] 71/Nûh 25.
[5] Buhari “Vudu” 65, 56; “Cenâiz” 82, 89; “Edeb” 46, 49; Müslim “Taharet” 111.-