Kekelemeden Yaşamak..

Yazmak..
Ankara’dan ruhsuz, cılız kelimelerle seslenmek...
Kekelemek. Korkmak, söylediklerinin ciddiye alınmasından korkmak..
İlk kez korkuyorum söylediklerimin kastı aşmasından.
Oysa hayatımın büyük bir bölümü kastı aşan cümlelerden oluşuyor.
Ne kadar coşkulu konuşurdum önceden, kendimden ne kadar emindim yıllar önce.
Bu ülkeyi kurtarmak, insanlığı kurtarmak gibi büyük büyük laflar etmek
, kendi pozisyonunun ne olduğuna bakmadan insanlığın pozisyonunu değiştirmek. ‘Durun kalabalıklar burası çıkmaz sokak’ diyen şairin peşinden koşmak, ne olduğunu şimdi bile pek anlayamadığım büyük dava adamlığına soyunmak...
Bütün bunları hayata geçirme iradesiyle Ankara’ya gelmem, kekelemeden konuştuğum gençlik yıllarım içinde şüphesiz çok anlamlıydı. Başkentteydim, idarenin kalbinde çok köklü bir okulu, Siyasal Bilgileri kazanmıştım.
İdeallerimi gerçekleştirmek için adeta her şey hazırdı.
Ülkeyi yöneten bir çok kişi de bu okulu bitirmemiş miydi? İşte her şey yolunda gidiyordu. İşte fırsat!
Ben Allah’ın sevgili kuluydum, belki de seçilmiş kulu. Amaçlarımı gerçekleştirebilecektim. Ülkemin acılarını dindirecektim. İnsanlığın acılarını bile dindirebilecektim belki de..
Çünkü ben alelâde bir insan olarak yaşayıp gitmek istemiyordum.
Bir şeyleri değiştirmeliydim. Yön vermeliydim, aleme nizam veren atalarım gibi ben de.
Onun eğitimini alıyordum. Kendimi yetiştiriyordum, siyaset sanatını öğreniyordum. İnsanlar nasıl yönetildi daha önce, iktidar nasıl ele geçirilir, nasıl elde tutulur ve nasıl karizmatik lider olunur, bütün bunları hiç durmadan, bıkmadan usanmadan okuyordum. Bunun pratiğini de yapıyordum. Bir çok siyasi parti mensubuyla, hatta lideriyle tanışıyordum. Bu arada kendime yakın hissettiğim siyasi oluşumların gençlik kuruluşlarında da bir şeyler yazıp çizmeye başlamıştım bile. Kendimi hazır hissettiğimde “durun kalabalıklar” diyecektim. Onlara gittiğiniz yol yanlış, beni takip edin ve makus talihinizi değiştirin diyecektim.
Hazır olduğumda!
Onların buna hazır olup olmaması beni hiç ilgilendirmiyordu. Bir işaretimle her şey bana uyacaktı. Benim istemem yeterdi. Nasıl olsa kalabalıklar bir işaretimi bekliyordu. Onlar daha önce de tek bir işaretle birilerine tabi olmamışlar mıydı? O işaret uğruna canlarını bile feda etmemişler miydi? O güne hazır olmalıydım. Okulu çabucak bitirmeliydim mesela.
Yaz tatillerinde memleketime döndüğümde ise bütün bu öğrendiklerimi etrafıma anlatıyordum. Bu arada ben görmeyeli memleketimde pek çok şey değişmişti. Benimle birlikte liseyi bitiren arkadaşlarım, en yakın akrabalarım, dayı oğlu, hala kızı evlenmişlerdi. Ben ülkeyi kurtarma sevdasıyla yanıp tutuşurken birer çocukları bile olmuştu. Memlekete gittiğim her tatilde yeni bir evlilik, yeni bir çocuk haberiyle karşılaşıyordum. “Hayata girmek.” Onlar öyle diyorlardı, sen hala hayata giremedin. Biz çocuk çoluk sahibi olduk, ev bark edindik sense hala kitapların arasında boğuşup duruyorsun. Biraz kendine bak, etrafına bak, hayat o kadar uzun değil, üç günlük dünya diyarlardı.
Evet onlar küçük insanlar, böyle düşünmeleri çok normal! Ben onları da kurtaracağım yaşadıkları bu hayattan. Çünkü onlar bilmiyor, bu ülkenin Gayri Safi Milli Hasılası’nın yüzde 80’i, beş on büyük ailenin ve kalan yüzde 20’si ise kendilerinin dahil olduğu “kalabalıklar”ın. Farkında değiller ne kadar sömürüldüklerinin. Alişan, Ebru Gündeş konserleriyle uyutulduklarının. Türkiye’de sanattan spora, eğitimden kültüre, her şeyin nasıl manüpile aracı olduğunun. Hepsine bütün bunları anlatacağım. Böylece onlar da bu ülkede bugüne kadar yapılan siyasetin, büyük sömürü koalisyonunun bir aracı olmaktan başka bir anlamının olmadığını öğrenecekler. Bana inanacaklar ve bu ülkeyi yeniden inşa etmek için sıraya girecekler.
Ankara’ya okumaya gelen her insan böyle mi düşünür? Sahi dönüp arkaya şöyle bir baktığımda bütün bu anlattıklarımın ne kadarını gerçekleştirdim. “Bütün bu söylediklerin gerçek, ancak bunların düzeleceğine inanmak şizofrenik bir durum” deselerdi o zaman, her halde karşımdakine hayatının en uzun nutkunu çekerdim. “İnanacaksın” derdim, “risk almadan bu işler olmaz, yufka yüreklilerle çetin yollar aşılmaz” derdim.
Oysa ki ne kadar çok ihtiyacım varmış şefkatli, yufka bir yüreğe. Yüreğin sadece ve sadece şefkatle büyüyeceğine. Cesaretin de ancak şefkatli yüreklerde bulunacağına..

Çok büyük işler başarmanın, çok küçük ayrıntılarda gizli olduğunu, hatta çok büyük işler başarmanın yeryüzü serüveninde o kadar önemli olmadığını, insanın tek gayesinin çok büyük işler başarmak değil, güzel insan olmak olduğunu ne kadar geç fark ettim.

İşte konuşurken kekelemelerim bu yüzdendir. Bir yaraya merhem olmak, yapmam gereken buydu. Yapmamız gereken bu. Henüz geç kalmış sayılmam. Toplumları değiştirmek kendini değiştirmekten geçer ve aslında en zor olan da bu değil midir? Ve anladım ki, mühim olan aslında kekelemeden konuşmak değil, kekelemeden yaşamak!

Önceki ve Sonraki Yazılar