Av. Yasemin Bezirci
Kimden ne bekliyoruz?
Her sabah yeni bir başlangıç; her günün, hayatının en güzel günü olması için çabala. Dününden daha iyi olabiliyor musun? O zaman bugün olabildiğinin en iyisisin aslında...
Her sabah gözünü açtığında; şükür etmeli insan uyandığı sabaha. Damarlarında kan dolaşıyor, ciğerlerine oksijen de oluyor ya; daha ne olabilir ki aslında? Oysa ki; nasıl başlıyoruz güne, neler var aklımızda değil mi? Gözümüzü açtığımızda şükürle değil; şikayetle güne başlıyoruz. “Böyle hava mı olur“ diyor, ya soğuk utan ya sıcaktan şikâyetleniyoruz. Kahvaltıya oturuyor; ‘böyle kahvaltımı olur’ diye şikâyet ediyoruz. Sokağa çıkıyoruz; böyle trafik mi olur, böyle araba mı sürülür, böyle mi park edilir diye hayıflanıyoruz. Baktığımız her şeyde bir eksiklik, ters giden bir şeyler görüyoruz. Ya da ters giden şeylere bakmaya o kadar odaklıyız ki; güle bakıp dikeninden dem vuruyoruz, iyi de neden?
Hep suçlayacak birileri var, onlar iyi ki de var değil mi? En yakınımızdakilerden şikâyet ediyor olmak; çabalamaktan daha kolay geliyor. Temkinli olmak, tedbir almak ise; aklımızın ucundan bile geçmiyor. İnsanoğlu yeter ki istesin; 40 dereden binlerce bahane getiriyor. Soruyorsun ‘utanmıyor musun?’ diye, “böyle olmak benim suçum değil ki; ben küçükken annemle babam boşandı ondan böyle oldum” diyor. Hayatının o hale gelmesi ‘boşanma’ öyle mi? Nice boşanmış ailelerin çocuklarına bakıyorsun, durum aynı değil. Adam evinde ‘böyle tuzsuz yemek mi olur’ diye yemekten şikâyet ediyor, yemeği yapan karısına-annesine, iyi de sen hiç mutfağa girdin mi? Yaşadığı yerden şikâyet ediyor; hiç şehir değiştirmeyi denedin mi? Ya da yaşadığın şehirde bir şeyleri değiştirmeyi denedin mi? Yok! Hem pastam dursun hem karnım doysun. Şıklatayım parmağımı, oynatayım burnumu tüm işler hallolsun. Getirin sihirli değneğimi “abrakadabra” diyeyim; tüm her şey istediğim gibi olsun…
İşimize geldiği gibi olsun istiyoruz. Her işi anne-babamız hallediyor; ama biz karşılarına dikilip ‘sen bana karışamazsın’ diyoruz. Yaşadığımız hayatın kaynağına sallayana, yemeyi yapana, işi halledene; en çok da ona karşı geliyoruz. Babamız bağ bahşediyor; dallar kurudu diye ona kızıyoruz. Odamız tertemiz, yemek önümüzde; yemekten şikâyet ediyoruz, odada aradığımızı bulamamaktan şikâyet ediyoruz. Biri elimizden tutup bize iş vermiş; ilk onu zarara uğratıyoruz. Biri bizi müdür yapmış; ilk ona karşı çıkıyoruz. Biri inanmış sırrını vermiş; ilk onu kötülüyoruz. Kimse yokken biri yanımızda durmuş; ilk iftirayı ona atıyoruz. Kim güven duyduysa; ilk darbeyi ona vuruyoruz. Kim bize emek verdi ise; ilk ondan şikâyet ediyoruz. Kim saçını süpürge ettiyse; ilk ona karşı nankörleşiyoruz. Eskilerin dediği gibi ‘iyilikten maraz’ doğmuyor aslında. Biz iyilik yaptığımızı sanıyoruz. Peki neden böyle oluyor?
Her kim ki emek vermez bir şeye, hazırdan sahip oluverir; o kimse zanneder her şey hazırdan oluverir. Emek vermeden edindiğinin kıymeti olmaz; bu yüzden de kıymet bilmez. Eee alışmış istediğinin olmasına; istediğini kim gerçekleştirdiyse o saatten sonra da ondan ister, aldığında memnun olmaz; alamadığında da taş taş üstünde bırakmaz. Hak edene hakkını vermedikçe; adalet yerini bulmaz. Hak etmek başka bir yazının konusu, okuyanın aklındaki sorusu olsun… Nankörleşmeyen ve nankörleştirmeyen insanlardan olabilmemiz temennisiyle…
Haftaya görüşmek üzere kıymetli okuyucularım…