Prof. Dr. Ali Akpınar
Kur’ân Şairine Gösterilen Vefa
Kur’ân Şairine Yetmiş Yıl Sonra Gösterilen Vefa
Kur’ân şairi Mehmet Âkif, Hicrî 1290 Şevval/ Milâdî 1873 Aralık’da İstanbul’da doğmuş; 63 yıllık çileli ve bereketli bir ömür sürdükten sonra 27 Aralık 1936 da İstanbul’da vefat etmiştir. Geçtiğimiz hafta (19-22 Kasım 2008) Burdur’da Uluslar arası Mehmet Akif Ersoy sempozyumu düzenlendi. Mehmet Akif Ersoy Üniversitesi düzenlediği sempozyum, yurt dışından ve içinden yüz elliye yakın bilim adamının katıldığı, pek çok yönüyle Âkif’in konuşulduğu bir bilgi şöleni idi.
Açılışta kültür bakanı çok veciz bir şekilde Âkif’le ilgili duygularını dile getirdi. Bakan Ankara’daki Mehmet Akif’in kaldığı evin yetmiş yıl sonra restore edilebildiğini, yine onun ölümünden yetmiş yıl sonra adının bir üniversiteye verildiğini ve bu konuda geç kalındığını söyledi.
Evet, Mehmet Âkif, bir Osmanlı-Cumhuriyet aydını olarak çok yönlü bir kişiliktir. O, önce iyi bir baytar, yanı sıra iyi bir hafız, şair, edib, yazar, hatip, siyasetçi. Aynı zamanda iyi bir seyyah ve iyi bir gözlemci. Ömrünün sonlarına kadar okuyup yazmaya ve düşünmeye devam eden bir adam. Milletinin dertleriyle dertlenen bir dert babası.
Âkif’in benzerlerinden ayıran en temel özelliklerinden biri de fikirleriyle kişiliğini birleştiren adam olmasıdır. Evet, pek çok düşünür vardır, güzel düşünür, güzel söyler ve yazar, ama sergilediği hayatla örtüşmez düşünüp söyledikleri. Âkif ise inandığı gibi yaşamaya gayret eden bir kişidir. O iyi bir eğitimci, samimi bir müslümandır. Onun en büyük emeli Hakkın adamı olarak hakkı tutup kaldırabilmekti. O, hiçbir kapıdan geçerken asla eğilmemiştir. İnandığı ve savunduğu doğruları uğruna her türlü fedakarlığı göze almasını bilmişti. Gönlü Cânı, cânânı, bütün varımı alsın da Hudâ,
Etmesin tek vatanımdan beni dünyâda cüdâ diye inlerken, doğruları uğruna vatanını terk etmeyi bile göze almış ve ömrünün son on bir yılını (1925-1936) Mısır’da geçirmişti.
O, şiir ve nesri amaç edinmemiş, fikirlerine araç edinmiş bir adamdı. Ona göre sanat sanat için değil, sanat hakkın üstün olması içindi. Onun şairliğini eleştirenler, biraz da onun gibi inandığı gibi yaşayamayan kıskanç kişilerdi. Yoksa o, inançlı ve büyük bir şairdi.
Mehmet Akif Ersoy bütün ömrünü, bütün varlığını Kur’ân’a bağlayan bir adamdı. Kur’ân, onun hem semâvî kitabı idi, hem ahlakı ve ruhânî ülküsü idi. Onun için bütün yaşayışını bu kitaba uydurmuştu.. Hayatında yazdığı ve neşrettiği ilk şiir ‘Kur’ân’a Hitab’dı ve bu hitap onun genç ruhundan semaya yükselen sonra bütün ömrünce onun ruhuna sağanak sağanak feyiz yağdıran bir rahmetti. Gençliğinde ve olgunluğunda ona daima Kur’ân rehber oldu.. Ezberinde olan Kur’ân’ı gece gündüz okurdu.. Mısır’a çekildiği zaman bütün zevki Kur’ân’ı daha iyi yaşamak ve Kur’ân’ın bütününü hafızasında ve ruhunda canlandırmaktı. Buna o derece muvaffak olmuştu ki, namazlarını hatimle kıldırıyor ve tanrı buyruğuna sarılarak tanrının huzurunda yükseliyordu. Bu, onun miracı idi.. O, bitirdiği halde bir türlü tam göremediği meâl çalışması ile ilgili olarak şunları söyler: Kur’ân tercemesini hakkıyla yapamadığıma kaniim. Bundan dolayı neşr etmedim. Mamafih bu çalışma benim Allah ile pazarlığımda çok semereli oldu. Halimde büyük değişiklikler oldu. Kimseye bir şey vermedim. Fakat ben çok şeyler aldım. Duyduğum nevî feyz çok büyüktür. Özetle söylemek gerekirse Kur’ân Âkif’in gönlüne ve beynine taht kurduğu gibi, sözlerine ve yaşayışına da aksetmişti. Onun his ve duygularını, fikir ve düşüncelerini Kur’ân şekillendiriyordu. Süleyman Nazif’in dediği gibi Akif, Hakka, Hz. Peygambere, Selefin büyüklerine, cemiyete, insaniyete ve özellikle de insaniyete ilan-ı aşk etmiş kâmil bir mümindi.
1925 de TBMM inde Diyanet İşlerinin bütçesi görüşülürken kendisine Kur’ân’ın tercümesi görevi verildi. Âkif, bu görevi, adına meâl denilmesi ve Elmalı’nın tefsiri ile bir arada basılması kaydıyla kabul etti. Mısır’da 1926 da başladığı meâl çalışmasının müsveddesini 1929 da bitirdi. Türkiye’deki Türkçe ibadet tartışmaları üzerine meâlini göndermekten vazgeçmiş ve anlaşmayı iptal etmiş ve aldığı ücreti iade etmiştir (1931). 1932 de Mısır’a giden Eşref Edib meâli okumuş ve İstanbul’a götürüp basmak istemişse de Âkif, henüz tam olarak bitmediğini, bazı tashihleri yapması gerektiğini, bazı ayetlere müfessirlerin verdiği farklı manaları da meâlin dipnotlarına koymak istediğini ve meâlin bir ilim heyetine incelettikten sonra basılabileceğini söylemiştir. 1936 da hastalanarak yurdu döndüğünde meâli müderris İhsan Efendi’ye dönersem alırım, dönmezsem yakarsın diyerek teslim etmiştir. Âkif çalışması hakkında tercüme güzel oldu, hatta umduğumdan daha iyi. Lakin onu verirsem, namazda okutmaya kalkacaklar. Ben o zaman Allah’ımın huzuruna çıkamam ve Peygamberimin yüzüne bakamam demiştir. Âkif’in vefatı üzerine İhsan Efendi meâli yakmaya kıyamamış, hatta kendisi de bir nüsha yazarak ciltlemiş, daha sonra 1961 de vefatının ardından Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi’nin oğlu İbrahim Efendi tarafından hem Âkif’in nüshası, hem de İhsan Efendi’nin istinsah ettiği nüsha yakılmıştır.
Âkif, Kur’ân hakkında yazmanın mesuliyetini Kur’ân dinlemek âlâ, Kur’ân okumak iyi, lakin Kur’ân yazma yok mu, işte o müşkil, daha doğrusu müdhiş bir sa’y. Bakalım Allah tevfîkını lütuf buyuracak mı? Beni tatmin etmeyen bir terceme, başkasını nasıl tatmin eder diyerek dile getirir.
Âkif’in şairliği hatırlanarak onun meâl çalışmasının şiir şeklinde olacağı çoğu kişinin aklına gelmektedir. Oysa Âkif’in Kur’ân’ı manzum olarak çevirme niyeti hiç olmamıştır. Elmalılı’nın bazı ayetleri şiir gibi çevirme meyline Âkif karşı çıkmış ve hatta meâl çalışması yaptığı sıralarda şiire bütünüyle ara vermiş, yazmayı düşündüğü şiirleri meâlin tamamlanmasından sonraya ertelemiştir.
Eşref Edib, 1932 de Mısır’a gittiğinde Âkif’in Kur’ân meâlini baştan başa okuduğunu, çalışmanın son derece sade ve ahenkli olduğunu, ayetler arasındaki münasebetleri son derece mahirane bir üslupla gösterdiğini, şiir gibi yorulmadan okunacak bir çalışma olduğunu, okunduğunda okunan şeyin Allah kelamı olduğunu okuyucuya hemen hissettirdiğini söyler, Kur’ân’ın Türkçe’ye tercüme işini layığı ile yapacak yeryüzünde Âkif’ten başka kimse olmadığına iyice kanaat getirdiğini sözlerine ekler ve Süleyman Nazif’in Âkif hakkında söylediği şu sözü tekrar eder: Eğer Allah, Kur’ân’ı Türkçe inzal etseydi, Âkif’in lisanıyla inzal buyurdu!
Bu vesile ile Mehmet Âkif’i bir kere daha rahmetle anıyoruz.