Doç. Dr. Murat Kayacan
Kur’an’da “Allah’a ve ahiret gününe inanan” ifadesi
“Allah’a ve ahiret gününe inanan” ifadesi, men âmene billâhi ve’l-yevmi’l-âhıri lafzıyla Kur’an’da, “Medine’de inen üç surenin” beş ayetinde geçmektedir. Bu surelerden Bakara, Medine’de inen ilk sure iken Maide sondan üçüncü ve Tevbe suresi de sondan ikinci sırada inmiştir. Bu yazıda, söz konusu ayetleri değerlendireceğiz.
Kur’an müşriklerle, inançlarına “şirk karışmış kitaplı toplumları” bir tutmaz: “Şüphesiz inananlar, Yahudiler, Hristiyanlar ve Sabiiler(den) Allah'a ve ahiret gününe inanan ve iyi iş(ler) yapanlara, Rableri katında ödül vardır; onlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.” (Bakara, 2: 62). Sayılan inanç gruplarının, ahirette kurtulanlardan olmaları için son Rasul ve Kitab’a iman etmeleri gerekir. Yoksa Müslümanların onlara İslam’ı anlatmaları çok anlamlı bir çaba olmaz ve İslam alimleri, “İsterseniz Yahudi, Hristiyan ya da Sabii de olabilirsiniz, ahirette sorun olmaz.” derlerdi. Tevrat ehline şu hitap, Müslümanların onları, risaletin son halkasına davet ettiklerini göstermektedir: “Sizin yanınızda olanı doğrulayıcı olarak indirdiklerime iman edin ve onu inkâr edenlerin ilki olmayın. Ayetlerimi az bir karşılığa satmayın. Bana karşı gelmekten sakının.” (Bakara, 2: 41).
İyilik deyince akla sadece uygulamaya dair unsurlar gelmemelidir. Şu ayette sahih bir itikada sahip olmak da iyilik olarak nitelendirilmekte ve hatta iyilikler sıralamasının başında gelmektedir: “Yüzlerinizi doğudan yana ve batıdan yana çevirmeniz iyi olmak demek değildir ancak iyi olan; Allah'a, ahiret gününe, meleklere, kitaba, peygamberlere inanan, O'nun sevgisiyle, yakınlarına, yetimlere, düşkünlere, yolculara, yoksullara ve köleler uğrunda mal veren, namaz kılan, zekât veren ve ahitleştiklerinde ahitlerine vefa gösterenler, zorda, darda ve savaş alanında sabredenlerdir. İşte onlar, doğru olanlardır ve sakınanlar ancak onlardır.” (Bakara, 2: 177). İyiliklerin itikadi konulardan başlanarak sıralanması, kalbî fiillerin, uzuvlarla yapılan fiillerden üstün oluşuna ve onları yönlendirici etkisine işaret etmektedir. Ayette sayılan iman konuları kabul edilmediği sürece, yapılan iyiliklerin cenneti kazanmada bir rolü olmayacaktır.
Ahirette kurtulanlardan olmak isteyen kimseler, Kur’an’daki gibi iman etmelidirler: “Doğrusu inananlar, Yahudiler, Sabiiler ve Hristiyanlardan Allah'a ve ahiret gününe inanan, yararlı iş yapan kimselere korku yoktur, onlar üzülmeyeceklerdir.” (Maide, 5: 69). Bu ayette sözedilen inanç grupları dışında kalanların, iman edip güzel işler yapmalarının karşılıksız kalacağı düşünülmemelidir. Zaten risaletin son halkasının ilk muhatapları bu gruplardan ziyade müşriklerdi. Ayetten anlaşıldığı kadarıyla, ahirette üzüntü duyulacak durumdan kurtarmaya, “sadece iman” yetmemektedir. İmanın gereği olarak yapılması gerekenler, ihmal edilmemelidir. Ayetin başında inananlar denilmesine rağmen daha sonra Allah’a ve ahiret gününe inanan diye tekrar inananlardan söz edilmesi, imanın iki unsurunun amellere kıyasla önemini vurgulamak içindir.
Mescidleri onaracak kimselerin nitelikleri şöyledir: “Allah’ın mescitlerini ancak Allah’a ve ahiret gününe inanan, namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren ve Allah’tan başkasından korkmayan kimseler imar eder. İşte doğru yola ermişlerden olmaları umulanlar bunlardır.” (Tevbe, 9: 18). Bu onarma, iki şekilde anlaşılabilir: Camilerin bakımsız bırakılmaması, estetik bir mimaride olması, özellikle kıble tarafında ayetlerin anlamını düşünmeyi etkileyecek ölçüde süslemelerin yer almaması, sadece Allah lafzının yer alması ve caminin dışında dahi olsa kıble tarafına, hele hele tam imamın kıldırdığı yerin önüne asla bir kabir yapılmamasıdır. “Tarihteki aslına uygun olan mimari, öyle olsa bile” o bâtıl mimari atalarımızın hatası olarak tarihte kalmalıdır, güncellenmemelidir. Bu saydıklarımız camilerin maddi açıdan imarına dair söylenebilecek ifadelerdir. Manevi açıdan imar ise camilerin cemaatsiz bırakılmaması, özellikle hemen herkesin gündelik hayatının koşuşturmasından uzak olduğu sabah ve yatsı vakitlerinde namazlarının camide cemaatle kılınması, camilerin risalet dönemindeki gibi (kadınlar ve çocuklar için de) sosyal hayatın merkezi haline getirilmesidir. Camiler eskiden olduğu gibi tefsir, hadis, fıkıh vs. ilimlerin derinlemesine ele alındığı merkezler olmalıdır. Bu açıdan, seminer ve konferans salonları asla camilerin yerini alacak düzeye getirilmemelidir.
İster Müslüman olsun isterse gayr-i Müslim olsun insanların ibadet mekânlarına dönük hizmetleri, Allah yolunda cihad etmek kadar değerli görülmemelidir. Din uğrunda canıyla malıyla mücadele eden kimselere kıyasla, Müslümanların güvenliği sağladığı yerlerde tehlikeden uzak bir şekilde hayır işleri yürüten kimselerin yaptıkları, daha değerli değildir. Dini yaşayan ile dini yaşayıp, alanını genişletmek için elinden geleni ardına komayan kimse bir tutulamaz: “(Ey müşrikler siz), hacılara su verme ve Mescid-i haram'ı şenlendirmeyi; Allah'a, ahiret gününe inanan ve Allah yolunda cihad eden(in eylemiy)le bir mi tuttunuz? Bunlar, Allah katında bir olmazlar. Allah, zalimler topluluğuna yol göstermez..” (Tevbe, 9: 19). Bazı kimseler, dindar olmadıkları halde din hizmetleri verebilirler. Onlara bir sevap kazandırmayacak olan bu yaptıkları, dünyevi anlamda onlar hakkında insanların iyi düşünmelerini sağlayabilir ancak ahirette kurtulmak için bu yaptıkları yeterli olmaz. Orada, insanları kurtaracak olan şey, imanları ve o doğrultuda yaptıkları güzel işlerdir.