Mustafa Yiğit
Kurgudan gerçeğe, tarihten bugüne
Tarihi diziler son zamanlarda epey revaçta.
Ne yalan söyleyeyim, ben de tarihi filmleri, dizileri izlemeyi seviyorum.
Gerçi bu dizilerde tarihi kişiliklerin başarıları, zaferleri, seferlerinden daha çok saray içinde dönen entrikalar anlatılıyor.
İnsanın aklının hafızasının alamayacağı ne oyunlar dönüyor, neler oluyor neler bu dizilerde.
Tarih kitaplarından öğrenemeyeceğiniz şeyleri çoğu kurgu da olsa gözler önüne seren bu dizilerin niye bu kadar sevildiğini, tarihi pek çok gerçeği çarpıtsa da niye bu kadar çok izlendiğini bu saray içi oyunların cazibesinde aramak doğru bir yaklaşım olsa gerek.
Çünkü bizler kavga, münakaşa yapmasak bile, kavgayı, münakaşayı seyretmekten büyük haz alan bir toplum haline gelmiş durumdayız.
Kavganın niye çıktığını bilmese bile bu kavgada çekilen hareketleri, söylenen sözleri birbirine anlatmaktan acayip keyif alan insanlar azımsanmayacak derecede.
Dedikodu için her ne kadar kötü bir şey desek de, çoğu defa dedikodu üzerinden ilişkilerimizi geliştirdiğimizi görmemezlikten gelemeyiz.
O onu dedi, bu bunu dedi şeklindeki ithamlar sohbetlerimizin baş konusu değil midir?
Kısacası kendi hayatımız saraylarda geçmese de, saray entrikalarına hiç de yabancı sayılmayan bir toplumuz.
Sosyal hayatta, işyerinde, aile içinde, arkadaş grubunda entrika, alavere dalavere sık sık rastladığımız manzaralar.
Biz birbiriyle didişmeyi seven bir toplumuz, önceden de böyle miydik bilmiyorum ancak tarihi dizilerde bu didişme dozunu artıranlar reyting alırken, bu hususları işlemeyen tarihi diziler bir bir yayınlarına son vermek zorunda kalmaları ilginç değil mi?
Bence biz tarihi dizilerdeki bu “entrika” dozuna kızmak yerine kendi toplumsal yapımızın nereye gittiği üzerinde iyice düşünmeliyiz.
Çünkü onların hepsi kurgu, ancak bu kurguları kendi hayat hikayelerimizde yaşıyor olmamız daha acı değil mi?
Sabah saatlerinde yayınlanan kadın programlarında anlatılanlar kanınızı dondurmuyor mu?
Oradakilerin hiçbiri kurgu değil…
Orada ahlaki çöküntünün, bir toplumun nasıl bitirildiğinin izlerini çok daha iyi görebilirsiniz.
Asıl rahatsız olunması gereken, asıl bizi bekleyen tehlike fantastik “kurgular” değil gerçek kokuşmuşluklardır.
Toplumsal hayatta, işyerlerinde, sokakta, mahallede muhafazakârlığın arttığı savlarını bir de bu açıdan değerlendirmek gerekiyor.
Varoş diye tabir edilen yerler aynı zamanda muhafazakarlığın ve muhafazakar partilerin oy depoları olarak biliniyor ve pek çok araştırma da bunu teyit ediyor.
Peki bu gecekondu ve varoş kültürünün yansımaları olan televizyondaki kadın programları bu muhafazakarlığın alameti farikalarını taşıyor mu? Buna evet demek neredeyse imkânsız. Varoşlar ya da gecekondular diye tabir edilen yerler her ne kadar köyle, kasabayla bağlarını koparmamış olsalar da daha büyük bir kopuşu kendi içlerinde yaşamaktadırlar.
Bu kopuş şehrin gökdelenlerine bakarak o gökdelenlerin imkanlarına sahip olma tutkusuyla atbaşı gitmektedir.
Gökdelenlerde yaşayan insanların imkânlarına sahip olmak için pek çok şeyi göze alan, gözünü budaktan sakınmayan bir insan tipi yaratmaktadır. Bu gözünü budaktan sakınmama durumu zamanla ahlaki erozyona da uğrayan bir model olarak karşımıza çıkıyor.
Her şeyin şeklen yaşandığı “mış” gibi yapıldığı köy ve kentin kadim yapılarının dışında yapıların oluştuğu sokaklarda yiten hayatların hikayeleri işte bu kadın programlarının da başlıca konusu haline geliyor.
Sosyolojinin de psikolojinin de üzerinde asıl çalışması gerektiği alan bence bu şehrin kıyısında yaşanan hayatlardır. Dizilerdeki kurgulara takılmak yerine gerçekte yaşanan çarpık ilişkilere eğilmek en doğru tavır olsa gerek.
Toplumsal yapıdaki bu savrulmaların pek çoğunun izini bu sokaklarda aramalıyız.