Prof. Dr. Ramazan Altıntaş
Manevi değerleri küçümsemek
Batı’da sekülerizmin doğuşunda Greko-Romen medeniyetinin Hıristiyanlığı, pagan kalıbına sokmasının büyük rolü vardır. İlahi dinler içerisinde doğuş yerini değiştiren tek din, Hıristiyanlık olmuştur. Kudüs’ten Roma’ya taşınmıştır. Roma, paganizmi temsil eder. Greko-Romen medeniyetinin temelinde paganizm, çok tanrılı bir anlayışı ihtiva eder. Ne zaman ki Hıristiyanlık sabitelerinden vaz geçerek pagan kalıbına girmişse, işte o zaman tevhid anlayışı yara almış ve teslis egemen olmuştur. Bundan da Hıristiyanlığın iman öğretisi büyük zarar görmüştür. Bununla da kalınmamış, Aziz Pavlus eliyle Hıristiyanlığın ibadet ve hukuk boyutuna müdahale edilmiş; ahkâm boyutu reforma tabi tutularak aşkın olandan kopartılmaya çalışılmıştır. Böylece Hıristiyanlık, bir nevi kendisini canlı tutan direniş noktalarını biçmiş, düpedüz bir hale getirmiştir. Bu dönüşüm kendi teologları eliyle gerçekleştirilmiştir. Dolayısıyla Protestanlığın ortaya çıkmasında kadim Katolikliğin büyük payı vardır.
Nedir bu pay?
Bir kere Kilise, hakikati, vahyi ve hidayeti tamamen kendi tekelinde tutmuştur. Kilise’nin dışında hakikati ya da hidayeti temsil eden bir başka varlık kabul edilmemiştir. Onlara göre İncil, aslında vahyin kendisi değil, konsüllerde alınan karardır. Özellikle reform öncesi Hıristiyanlığın durumu, aşağılanmış ve lanetlenmiş bir dünya tasavvuru, vahdaniyeti zedelenmiş bir tanrı anlayışından ibarettir. Mevcut İncil(ler), müelliflere sahip olmakla, artık toplumsal şartların bir ürünü haline dönüştürülmüştür. Bunun akabinde de Hıristiyanlık, sırri/gizemli bir hal almıştır. İncil’i sadece papalar ya da ruhbanlar okuyabilir; onun dışında herhangi bir inananın İncil’i okuma diye bir hakkı ve salahiyeti yoktur. Böylece bilim konusunda konuşmak da Kilise’nin tekeline verilmiştir. Bu anlayışın bir neticesi, Kilise’ye rağmen bilim üretmeye kalkışmak engizisyonda yargılanmayı gerektiren bir suç haline gelmiştir. Galile örneği bunlardan sadece biridir.
Yeni vergiler koymak, ibadet şekillerine müdahale etmek, ahretten arazi satmak, teslis inancını doğmalaştırmak, aforoz veya kefaret öğretisi gibi din anlayışlarına karşı protest bir tavır ortaya çıkmıştır. 1517’li yıllarda bunun başını Martin Luther ve arkadaşları çekmiştir. Böyle bir karşıt görüşün arkasında, Almanya-Roma arasındaki siyasi rekabeti de unutmamak gerekir. Anglo/Sakson ülkelerinde Protestanlığın çıkışı, tek kelime ile Roma’ya bir başkaldırıdır.
Batı’da ortaya çıkan Aydınlanma düşüncesi, Katolik Kilisesi’nin katı din anlayışına karşı geliştirilen tepkilerden birisidir. Aydınlanma düşüncesi üç saç ayağı üzerine oturur. Bunlardan birisi, hümanizmdir. Acaba bu hümanizm neyi temsil etmektedir? İnsanı aşağılayıcı bir tutum sergileyen, Hz. İsa’nın tanrılaştırılmasına ve kefaret öğretisine bir başkaldırıdır. Günahları affetme yetkisinin, Allah’tan alınarak kilisedeki papazlara ihale edilmesi, Kilise’nin ekonomik gücüne güç katmıştır. Bütün bunlara bir tepki olarak “insanı hakikatin ölçüsü” kabul eden hümanizm önplana çıkmıştır. Bu insan ürünü izm’in, kutsalla hiçbir ilişkisi yoktur.
Diğer taraftan, Aydınlanmanın diğer bir ayağını da katı rasyonalizm oluşturur. Bu akılcılığın metafizikle bir ilişkisi yoktur. Sadece fizik alan ve fenomen alemiyle ilgilenir. Böyle bir aklın gelişmesinin arkasında da Kilise’nin dini metinleri yorumlama ve ifade özgürlüğünü kendi denetiminde görme yanlışı vardır. Bir nevi, katı rasyonalizmin gelişmesi, nasları doğmalaştırmaya bir tepkiselliktir.
Aydınlanma düşüncesinin üçüncü ayağı, katı pozitivizmdir. Bir diğer adı, dil eksenli mantıkçı pozitivizmdir. Bu da tamamen içerisi akıl dışı unsurlarla doldurulmuş bir dinin, gizem, büyü ve azizler kültüne karşı geliştirilen bir tepkinin sonucudur. Batı toplumlarında Aydınlanma düşüncesiyle birlikte biyolojik, psikolojik ve maddeci materyalizm güçlenmiştir. Pozitivizm döneminde dinin yerini bilim, Tanrı’nın yerini insan, vahyin yerini akıl, mabedin yerini üniversite, mucizelerin yerini ilmi keşifler almıştır ya da böyle iddia edilmiştir. Bugüne geldiğimizde Batı’da bu düşünce biçimleri iflasın eşiğine gelmişken bizde ise, hala varlığını devam ettirmektedir. Kendi insanına ve onun bağlı olduğu değerlere tepeden bakma zihniyetinin arka planında pozitivist düşüncenin izleri yatmaktadır. Öyle görünüyor ki bu ideolojik ve tarafgir bakış açısı, biraz daha varlığını sürdürecektir. Bütün bunlara karşı, mutlak hakikatin bağlıları sabırla ve hoşgörüyle aşkın Olan’dan kopuşun bütün bir insanlık için yıkım getireceğini var güçleriyle anlatmaya ve hayatlarında anlamlandırmaya devam etmelidirler.