yazar-35
Memleketten doğru
Memleket denince çoğumuzun aklına doyduğumuz değil, doğduğumuz yer gelir. Çoğumuzun memleketi de, ne doyduğumuz yerdir, ne doğduğumuz yer. Ailemiz adına –bunu çoğu kez baba belirlemektedir- benimsediğimiz, kendimizi oraya ait ve mensup hissettiğimiz yerdir memleket. Bu yer bazen bir şehir, bazen bir kasaba, bazen bir köydür. “Memleket nere?” sorusuna verdiğimiz cevap, bu sorunun kim tarafından, nerede sorulduğuna bağlı olarak değişebilmektedir. Kendimden örnek vererek açıklamaya çalışayım. İzmir’de veya Erzurum’da iken “Memleket nere?” diye sorduklarında “Konya” diyordum. Aynı soruyu Konya’da sorduklarında “Buralıyım.” demek yerine “Bozkır” diyorum. Sonra “Bozkır’ın neresinden?” sorusu sökün ediyor. “Üçpınar”. Sonra? “Kovanlık”. Böylece benim memleket duruma göre Kovanlık, Üçpınar, Bozkır ve Konya olabiliyor. Şüphesiz, ülke dışına çıktığımda memleketim “Türkiye” olacaktır. Şehirde doğmuş biri babasının, dedesinin köyünü kasabasını neden “memleket” olarak benimser? Bunda geleneğimizin –buna İslâm da diyebiliriz- “sıla-i rahim” anlayışının önemli payı olduğunu düşünüyorum. Sıla-i rahim, unutmaya yüz tuttuğumuz, belki yeniden ve eskisinden daha güçlü olarak canlandırmaya çalıştığımız dinî bir görevdir ki, içindeki “sıla” kelimesi, dilimizin, edebiyatımızın, türkülerimizin önemli kelimelerinden biridir. “Sıla”, “gurbet”in tam tersidir. Gurbet ne kadar “ağyâr” ise, sıla o kadar “yâr”dir. Sıla varlıkla ve kendimizle “vuslat” hâlinde olduğumuz yerdir. Gurbette nasıl garip ve yabancı isek sılada öyle yerli ve dostuzdur. Toprak, gök, ağaç, su, güneş, kedi köpek, eşek, oğlak, konu komşu, börtü böcek, hemen her şey tanıdıktır ve içimize güven verir orada. Nerede bir uçurum ya da çukur olduğunu da biliriz, hangi suyun acı, hangi suyun tatlı olduğunu da. Kimin köpeğinden sakınmak gerektiğinden de haberimiz vardır, kimin bağından üzüm yiyebileceğimizden de. Sılanın hemen her şeyinde bütün bir çocukluk, bütün bir geçmiş toparlanmış gibidir. Bir kadının “Guzuuum!” diye ünleyişi, bir erkeğin “Keranacı!” ya da “Ganere!” diye bağırışı, başkalarına yabancı gelirken bize tanıdık gelen bu kelimelerin söylenişleri, vurguları özel bir sıcaklık taşır ve bizi öteki hemcinslerimizden az çok ayırır. Bu ayırışlar, elbette düşmanlık sebebi olmaz, olamaz, olmamalıdır. Tam tersine, sılanın ortak değerleri bizi birbirimize bağlarken, gurbetin yenilikleri de onları tanıma, onlarla tanışma ve güzelliklerimizi paylaşarak çoğaltma fırsatı olmalıdır. Bu barışçı ve iyilikçi yaklaşım, insan doğasına aykırı, temelsiz bir iyimserliğe değil; tanrısal bir ilkeye yaslanmaktadır. Bu tanrısal ilkenin ne olduğunu Tanrı’nın insanlığa gönderdiği son, değişmez ve yetkin kitap olan Kur’an-ı Kerîm’den öğrenebiliriz. Hucurat sûresinin 13. âyeti şöyle başlar: “Ey insanlar! Bakın, biz sizi bir erkek ve bir kadından yarattık, ve sizi kavimler ve kabileler hâline getirdik ki birbirinizi tanıyabilesiniz.” Âyetin meâlinde geçen “kavimler ve kabileler” özgün metinde “şu’ûb ve kabâ’il” biçimindedir. Şu’be ve kabîle sözcükleri, insanların renk ve ırk ayrılığından başlayıp ulus, dil, lehçe ve şive ayrılıklarına dek bütün ayrımların insanlık temelindeki ontolojik birliği unutturmaması gerektiğini; sosyal, siyasal, ekonomik veya kültürel ayrımlar gibi dil ve etnisite ayrımlarının da “birbirini tanıma” amacına hizmet etmesi gerektiğini göstermektedir. Birbirini tanımanın, yani “tanışma”nın gerçekleşebilmesi için önce “tanıma”nın, yani “kendini tanıma”nın gerçekleşmesi gerektiği açıktır. “Dilim dilim” köşesinde dilimizin kimi konularını ve sorunlarını; bazen kelimelerini, kökeninden ve kullanım alanlarından başlayıp çağrışımlarına dek, bazen neden ve nasıl yanlış kullanıldıklarını ele alarak, dilim dilim dilmeye, ilginize ve bilginize sunmaya çalışacağım. Bu ilk yazıda “memleket” kelimesinden başlamayı düşünmüştüm. Ama henüz “memleket”in kökenini bile söyleyemedim. Haftaya Memleket’te buluşmak üzere hoşça kalın.