Mustafa ÇALIŞKAN
İdmanyurdu’nun sporcusu, yöneticisi ve avukatı… Ankara Hukuk Fakültesi’nde Sami Selçuk ve Deniz Baykal ile birlikte okuyup mezun olan, Adalet Partisi yönetim kurullarında görev yapan 46 yıllık hukukçu.
Hazırlayan : Uğur ÖZTEKE
Konuğumuz Mustafa Çalışkan, Mehmet ve Rabia Çalışkan çiftinin dördüncü çocuğu olarak 1934 yılında Cihanbeyli’nin Bulduk kasabasında dünyaya gelmiş. Minik Mustafa, ailenin Adile, Fatma ve Fidan isimlerindeki üç kız çocuğundan sonra dünyaya gelen erkek çocuğu. Durum böyle olunca da Mustafa doğumu ile ailede ve akrabalar arasında bayram sevinci yaşatmış.
KÖYÜN YENİ VE EN GÜZEL EVİ
Dünyaya geldikten sonra ailesi ile birlikte sağlıklı mutlu bir şekilde büyüyen Mustafa, okul öncesi köylerini, evlerini, oyunlarını oynadığı meydanı düşündüğü zaman önce köyün en güzel ve büyük evlerinden olan kendi evlerini hatırlar: Doğup büyüdüğüm ev benim doğumum sırasında yapılmış’ diyen Mustafa Çalışkan bu evin öyküsünü de şöyle anlatır: Evimiz yeni idi, dedem yeni yaptırmış... Daha doğrusu yaptırıyormuş. Köyün en iyi evi bizim evimizdi. Bu ev yaptırılırken Yeniceoba’dan çok iyi bir doğramacı ustası olan Koyuncu Usta getirilmiş. Benim dünyaya gelişim sırasında da ilginç bir tesadüf yaşanmış. O gün karşı köyden de birisi gelmiş, dedeme misafir olmuş. Bu kişi meşhur Musa Efendi imiş. Bu ev inşaatı sırasında da annem hamile olmasına rağmen büyüklerim ile birlikte usta evi yaparken onlara yardım edermiş. O gün usta annemin kendilerine yardım etmediğini görünce dedeme, ‘Gelinin niye yok?’ diye sormuş. Dedem de doğum olayını anlatmış. Bunu duyan o meşhur usta bozulmuş, bir anda keseri, bıçkıyı, peştamalı atmış dedeme “sen müzevir bir adamsın burada bir aydır çalışıyorum, erkek torunun olmuş bana söylemiyorsun. Adını da nasıl Musa koymazsın bu benim hakkım” der ve Yeniceoba’ya doğru yaya olarak gitmeye başlar. O bunları yaparken dedem de Musa Efendi ile kahvelerini içiyorlarmış. Durumu gören misafir dedeme “şu arabayı koş adamı da al gel” der ve araba koşulur, 2-3 kilometre giden usta tekrar köye getirilir ve yaptırılır.
BULDUK KÖYÜNE ÖZEL OKUL YAPTIRILIR
Bir anda yıllar öncesine dönen günümüzün tecrübeli olgun hukukçusu, spor ve siyaset adamı Mustafa Çalışkan yaşadıklarını, bir film şeridi gibi gözünün önünden geçmekte olan olayları nefes almaksızın anlatmaya başlar: O yıllarda köyün ileri gelenlerinden Hacı Bektaştaş, benim dedem Mustafa Çalışkan ve Mirakanat, çocukları-torunları okusun diye özel bir okul yaptırmışlar. Mirakanat’ta 2. Dünya Savaşı’na katılmış, güngörmüş, aydın bir adamdı. Bunlar bir araya gelmişler ve “madem bizim köye bir okulu kendimiz açalım” demişler ve o yıllarda çocuklarının-torunlarının okuryazar olması için özel bir okul yaptırmışlar. Beni de bu okulda Haşim Efendi okuttu. Bu okulda hem eski hem de yeni dilde okuma yazma öğrendik. Bizim bu özel okul caminin yanında 2 odalı bir okul idi.
YARIM SAATTE YAŞIM İKİ YIL KÜÇÜLDÜ
1944 yılının Eylül ayında at arabası ile okula kayıt olmak için Konya’ya gidiyorduk. O zaman 8 yaşında idim. Yanımıza bulgur, peynir, yatak filan aldık yola koyulduk. Sabahleyin Cihanbeyli’ye geldik… Bana “yaşın büyük gözüküyor nüfus cüzdanını ver” dediler. Dedemin arzuhalci bir arkadaşı vardı, Nazmi Ünal. “Nazmi Ağa bunun yaşını iki yaş küçült bu okula gidecek” dedi. Yarım saat sonra yaşım küçültülmüş olarak yeni nüfus cüzdanım geldi.
İKİ GÜNDE KONYA’YA GELDİK
Tekrar at arabasına bindik, Abil ovasını geçip o gece Tutup’a kadar geldik. Ertesi gün akşam Konya’ya girdik. Gün boyunca hep yol aldık. Günde ancak 5 ya da 6 kamyon karşımıza geldi, bunların yarısı da köye gidiyordu. Bu çıkışımız benim köyden ilk çıkışımdı. Yeniceoba’yı bile daha görmemiştim. Konya’ya girdiğimiz zaman hava kararmak üzere idi. Konya’nın tek caddesi İstanbul Caddesi, eski kamyon garajı da burada idi. Hatta bizim at arabasını çeken Urfa atları, toprak yoldan parke taşlı yollara girince çıkardıkları seslerden kendileri bile ürktüler.
SANAT OKULUNU BASMIŞLARDI
Halil Çalışkan amcam Konya’da oturuyorlardı. Onların oturdukları ev de kendilerinin değil kiralık idi. Biz de onların yanına geldik. Hacı Hasan başında bir yerde oturuyorlardı. Burada bir komşu teyzemiz vardı 70 yaşlarında idi. Ama çok bilgili aydın bir kadındı, herkese komşulara çok yardım ederdi. Sorunu olan bu kadıncağıza gider, ondan yardım alırdı.
Yine hiç unutmuyorum Şerafettin Camii’nin orada Mahkeme Hamamı vardı. Biz ilk gün burada yürürken bir anda kalabalığın ortasında kaldık. Daha neyin ne olduğunu anlamamıştık. Ama olayları çok iyi hatırlıyorum, gördüklerim ile hem şaşırmış hem de korkmuştum. İşin aslını çok sonradan öğrendik. Kuleli Askeri Lisesi öğrencileri Sanat Okulunu (Bugünkü Özel İdare Binasının bulunduğu tarihi bina o yıllarda Sanat Mektebi olarak hizmet vermektedir) basmış. Lacivert palaskalı Askeri lise öğrencilerinin ellerinde demir çubuklar, palaskalar filan vardı. Daha sonra oraya itfaiye geldi. Biz bu olay yüzünden hamama bile giremedik. Olay yerinden kaçtık. Olayın nedenini de sonradan öğrendik. Eski Belediye sineması vardı. Bu sinema Viyana operası stilinde çok güzel tarihi bir sinema idi. Sinemanın büyük bir bölümü ahşap idi. Locaları filan vardı, aileler filmi izlesin diye. Buraya süslü süslü bayanlar pardösülerini giyinip gelirlerdi. İşte meğer sinemada bayan meselesi yüzünden kavga çıkmış, bu yüzden de Kuleli öğrencileri sanat okulunu basmışlar. Kuleli Askeri Lisesi’nin öğrencilerini de ilk kez o zaman görmüştüm. Bu okul daha sonra 1946-1948 de Konya’dan başka bir ile gitti.
KÖYDE ATA EĞERSİZ BİNERDİM
Daha sonra biz amcamlarla erkekler hamamına gittik. Aziziye Camii’nin orada kadınlar pazarının köşesinde büyük bir etli ekmek dükkânı vardı. Orada etli ekmek yedik, ertesi gün şaşkın şaşkın dolaştık. Şehir bana o kadar sıcak gelmişti ki bunalmıştım, oysa bizim o serin yaylalarda ata eğersiz binerdim, köpeklerim vardı. Şehirden birden sıkılmıştım.
İSMET PAŞA İLKOKULU’NA GİTTİK
Ertesi gün İsmet Paşa ilkokuluna gittik. Okul Karma Ortaokulu’nun arka tarafında idi. Dedem elinde bastonuyla müdürün odasına girdi. Müdüre ‘Yünlü Bey bu oğlanı getirdim kayıt ettireceğim’ dedi. Müdür de ‘Gel emmi ama oğlanın yaşı büyük’ dedi. Dedem ‘Büyük yaşı büyük ama yaşını küçülttürdüm’ dedi. Müdür bunun üzerine hademeyi çağırttı. Ona Tokatlı hoca hanım, Kadriye öğretmenin odayı gelmesini söyledi. Hoca hanım bana okuma kitabından yangın parçasını okuttu, ayrıca kalem kâğıt verdi ve 2 kere iki kaç yapar gibi toplama çıkarma çarpma filan sordu. Bunları biliyor muyum diye beni imtihan ediyordu. Hoca en sonunda müdüre ‘Bunun birinci sınıfı okumasına gerek yok ikinci sınıftan kayıt edelim’ dedi ve okula bu şekilde kayıt oldum. İsmet Paşa İlkokulu’nu da 1948 yılında bitirdim.
KAYIDIMI ZOR YAPTIRDIK
1948 yılında Konya Lisesi orta kısmına kayıt oldum. Konya Lisesinin orta kısmı bizimle açıldı, hatta ilk İngilizce sınıf da bizim okula kayıt olduğumuz yıl açılmıştı. Okulun müdürü Sami Atademir idi. Benim o yılarda gözümün üzerinde daha doğrusu kaşımın üzerinde bir yara izi vardı. O da bir gün köyde yatarken bir hindi sedirin yanı başına kadar gelmiş. Ben birden uyanıp fırlayınca hayvan ürkmüş ve pençesini benim gözümün üstüne basmış o yüzden de kaşımın üzerinde yara izi vardı. Müdür “bu bıçak yarasının izi mi” filan diye kayıt etmek istemedi. Herhalde bir de doğum yerimize filan baktı ve bizi belalı biri sandı. Ama biz yalvar yakar İsmet Paşa İlkokulu’ndan aldığımız karneyi gösterdik “hocam bütün derslerim pekiyi o yara izi bıçak içi değil hindi pençesi şöyle oldu” diye yalvar yakar durumu anlatarak okula kayıt olabildik. Hatta önce bize kayıtlar kapandı filan dediler ama biz ısrarcı olduk, pes etmedik ve hem okula hem de yurda kayıtımızı yaptırdık.
BÜTÜN ZAMANI SPORLA GEÇİRİYORDUM
İsmet Paşa İlkokulu’nda iken Karma Ortaokulu’nun spor salonunu vardı. Biz de oyun falan olmadığı için derslerden kalan tüm zamanımı spora ayırıyordum, Basketbol, voleybol, barfiks gibi saatlerce sporla uğraşıyordum. Karma Ortaokulu’nun bir Beden Eğitimi öğretmeni vardı, ona Boyacı diyorlardı ama çok iyi bir beden eğitimi öğretmeni idi. Ortaokulda iken de okulun basketbol, voleybol, hentbol takımlarında oynadım, hentbolda Rahmi Korluk vardı.
KAFAMIZ HEP ÜÇ NUMARA İDİ
Ortaokuldan sonra Konya Lisesi’ne devam ettik. Günümüze belki ters düşecek ama bizim okul askeri liseden çok daha düzenli ve disiplinli idi. Saçlarımız hepimizin üç numara idi, kafamız dört numarayı hiç görmedi. Sırma sarı şapkalar, çarşamba günleri öğleden sonra yoktu yarım gündü. Kapıda giriş 5.15 yazardı. Cumartesi Pazar günleri de okula giriş 5.15 idi. Hasan Ağa vardı, okulun hizmetlisi idi. Çok disiplinli ve görev adamı idi. Bizler diğer arkadaşlar okuldan mezun olduktan sonra bile bir düğün, dernek, toplantı olduğu zaman Hasan ağayı evinden alır o toplantılara mutlaka getirirdik, kendisine karşı müthiş bir saygımız vardı. Biz öğrencilerin numaralarını ezbere bilirdi, bir gün ben okula geç geldiğim için numaramı idareye vermiş ve o gün için disiplin cezası almıştım. 1951 olayında 700 şehit vermiştik, o gece hepimiz lisenin zemin katında yerlerde minderlerin üzerinde sabaha kadar radyonun başından bu olayı dinlemiştik. O gece nöbetçi hocamız Fransızca öğretmenimiz Mustafa Yenisay idi, okul idaresine bizim sabaha kadar uyumadığımızı ve o gün izinli sayılmamızı istemiş, idare bunu kabul etti ve o gün izinli sayıldık, gündüz yattık.
ASKERİ HASTANE YANGININA BİZ GİTTİK
Mezun olacağımız yıldı. 15 Haziran 1955 gününün gecesi idi. O günlerde de Konya’da bir söylenti yayılmıştı. Bir şeyh çıkmış, 15 Haziran gecesi kıyametin kopacağını, bunun işaretinin de ay tutulması olacağını, yeryüzünün o gece kıpkırmızı kaplanacağını halka yaymış. Biz de okul bitireceğimiz için imtihanlara hazırlanıyorduk. O gece yarısı geç vakitlere kadar ders çalışmıştık, çok geç yatmıştık. Birden gececi Hasan ağanın ‘haydın kalkın, haydın kalkın’ diye bize bağırması ile uyandık. Gökyüzü kıpkırmızı idi. Ömer Faruk Mestçi nöbetçi hocamız idi. Ne oluyor diye bağırıyordu. Meğer Askeri Hastane yanıyormuş. Okulun yatılı öğrencileri olarak biz gittik. Yangının söndürülmesi için halkın yardım etmesine izin verilmiyordu. Dahası halk yanına bile sokmuyordu. Lise öğrencileri olarak bizim yardım etmemizi istemişler. Okuldan 50-60 kişi biz gitmiştik. Hastaları tek tek dışarı çıkarttık
ABD’Lİ BİR SEFİRİN YAZDIĞI KİTAPTAN CEVAPLAR
Liseden mezun olurken önce olgunluk imtihanı yapılıyordu. Buradan sonra yazılıya ondan sonra da sözlüye giriyorduk. Benim bu imtihanlarda en ağırıma giden ders ise müzik dersi oluyordu. Allah’tan ben o gün müzik dersinde İstiklal Marşı’nın tüm kıtalarını okudum ve geçtim. Askerlik hocamız vardı kendisini ismi daha sonra milli komitede geçti. Kurmay Albay Muzaffer Yurdakuler. O da bizim dersimize giriyordu. O yıl ‘Tek Başına Kırmızı Rusya’ diye Amerika Birleşik Devletleri’nin bir büyükelçisinin yazdığı kitap vardı. O yıllarda Karagücü’nün takımı vardı ben de top oynadığım için o hoca beni salondan da tanıyordu. İmtihanda bana “NATO ne anlat bakalım” dedi. Ben de anlatmaya o kitaba göre, oradan öğrendiklerim ile anlatmaya başladım. Kapitalizm, özel sektör, sermaye filan diye anlatıyordum. Bana “tamam, tamam yeter” dedi ve beni omuzumdan tuttu kapıya kadar götürdü, benim anlattıklarım onun çok hoşuna gitmişti.
FELSEFE HOCASI İLE TERS DÜŞÜNCE
Bir de felsefe hocamız ile bir olayımız olmuştu. Biz 5- C sınıfında idik. Sınıfta bir olay oldu… Buna Muzafer Yurdakuler müdahil olmak istedi ‘Çocuklar felsefe hocanız ile niye ters düşüyorsunuz?’ demişti. Felsefe hocamız Selahattin Ertürk idi. Aslında kendisini çok seviyorduk. Selahattin Ertürk bir gün derste umulmadık bir şekilde başladı gür sesle bağırmaya. Esmer, yakışıklı bir hoca idi. Bizim kürsü ahşaptı; boyuna yumruğunu kürsüye vuruyordu ‘Peygamber benim kadar felsefe filan bilmiyor’ diyordu. Sınıfta ölüm sessizliği vardı. Bizim atlet arkadaş Haldun Gürkan kalktı “hocam o peygamber, sen ise bir öğretmensin o ümmi, sen yanlış konuşuyorsun” diye karşı çıktı. Onun arkasından Çeliker Erülkü derken herkes hocaya karşı çıktı ve hoca da sınıfı terk edip gitti. Haldun bir anda kahraman oldu. Arkasından Çeliker Erülkü. Çeliker’in babası Konya Postanesi’nin mimari idi, yakın zamana kadar postanenin girişinde babasının ismi yazardı. Mimar Fatih Erülkü diye. Mesela bizim sınıfta bütün sporcular toplanmıştı. Baki Turan atletizmde Haldun Gürkan, Kırımlı Fikret İdmunyurt’ lu idi. Bunun da dolaşmadığı kamp kalmamış. Mesela 2. Dünya Savaşında çocukken esir kampında imiş. Bunlara kampta çok az yemek veriyorlarmış. Bu da çaydanlığa su dolduruyorum diye tarlalarından çaydanlığa patatesi doldurup getirmiş. Nöbetçi bir gün o çaydanlıkta ne var diye sorduğu zaman da su diyerek çaydanlığın ağzını aşağıya doğru çevirdiği zaman az bir su dökülür nöbetçi suyu görür ve izin verir. Ama bir gün çaydanlığın içinde patatesler ile yakalanır, bu yüzden de dayak yemiş. Halen Amerika Birleşik Devletleri’nde yaşıyor. Neyse bu felsefe hocası bir daha bizim sınıfa derse gelmedi. Bizim sınıf meşhur olmuştu. Daha sonra arkadaşlarla iyi bir iş yaptığımızı anladık.
BİZİM LİSE TAKIMI DİŞLİ ÇIKTI
Lisede idik… 1955’ten önce idi. O yıl voleybolda Ankara Veteriner Fakültesi Türkiye şampiyonu idi. 1. ligde iken Vefa’nın kalecisi olan Vural bizim antrenörlüğümüzü yapmıştı. Cafer Topsakal filan beraberdik. Ben kısa boyuma rağmen voleybol takımın kaptanı idim ama iyi bir pasördüm. Türkiye şampiyonu takım Konya’ya gelmişti. Mayıs ayı idi. Hara’da bir öğle yemeği öncesi Veteriner Fakültesi ile Konya Lisesi Voleybol Takımı karşı karşıyla geldi. Türkiye şampiyonu olan takım bizim okul takımını 2-1 zor yendi hatta bu maçı Konya Valisi de izlemişti.
ANKARA HUKUKA GİTTİM
O zaman lise 4 yıl idi.1955’e Teknik Üniversite ve Tıp Fakültesi imtihanlarına girdim. Tıp Fakültesi’ni 133 puanla kazanmama rağmen tıpa gitmedim. Ankara Hukuka 116 numara ile kayıt oldum. Yani Tıp Fakültesi’ne gitmeyip Hukuk Fakültesi’ni tercih etmeme belki de çocukluğumuzda bizim o yörelerdeki arazi kavgaları neden oldu. Çünkü bizim oralarda arazi savaşları olurdu, hakim savcı onların yüzünden sık sık gelirdi. Çocuklumda bunlar beni etkilemiş olmalıydı. 1959’da okulu bitirdik.
SİYASİ ŞUBEDE SABAHLAMIŞTIK
Üniversitede en mühim olay o yıllarda bizi de heyecanlandıran ‘Kıbrıs Türk’tür Türk kalacak’ veya ‘Ya ölüm ya Taksim’ mitingleri idi. Biz 4 Şubat tatiline gidiyorduk. Bursalı arkadaşım Süer Bizer’in ablası Diyarbakır’da ikinci doğumunu yapmıştı. Birlikte onun uçak biletini almıştık. Cebeci fidanlığında da miting vardı. Süer’i Yenişehir’den hava yolları yazıhanesinden uğurlayacaktım. Benim üzerimde de yeni bir pardösü vardı. Birden olaylar patladı, herkes bir yerlere kaçışıyordu. Bizim miting ile bir alakamız olmadığı için hiçbir yere kaçmadık, doğru kendi yolumuzda ilerlemeye çalıştık. Bu arada bize doğru yaklaşan polisler bizi durdular. Biz durumu anlattık, arkadaşın biletini gösterdik birlikte gideceğiz filan dedik. Bizi dinleyen yaşlı bir polis arkadaşımı göstererek ‘bunu bırakın’ dedikten sonra beni göstererek ‘onu getirin’ dedi. Ben derdimi anlatmaya çalışırken pardösünün düğmesi koptu. Bunu hiç unutmuyorum. Bu arada mitinge katılanlar hep bir ağızdan İstiklal Marşı’nı okumaya başladılar. Polisler de selam durup saygı duruşuna geçtiler. Bu arada polisin yakaladığı 15-20 kişi buradan istifade ederek kaçtı. Ben yine kaçmamıştım. Bizi daha sonra şubeye götürdüler. Bu arada polisler bizi götürürken yollarda bekleyen bizi görenler biz sanki birer kahramanmışız gibi avuçları patlarcasına alkışlıyorlardı. Hacı Bayram Camii’nin oradaki siyasi şubeye gittik. Gece vakti saat 23.30-24.00 sularında bir bayan polis geldi onu da hiç unutmuyorum. O bayan polis hepimize birden ‘ülen eş…. ler ne işiniz var burada parlak bebekler’ demişti. Daha sonra Emniyet Müdürü Niyazi Bicioğlu geldi. Bizlere neden böyle aşırılığa karışıyorsunuz diyerek konuşmaya başladı. Ben bunu fırsat bilerek kendi durumumu anlatmaya çalıştım, hatta kopan düğmemi filan gösterdim. Benim anlattıklarımdan doğru söylediğime kanaat getiren Emniyet Müdürü ‘bu saatte seni gönderemem buradaki arkadaşlara bu durumu anlatamam ama not alıyorum, yarın sabah gelenler seni bırakacaklar’ dedi ve gitti. O gece orada kaldık bizim arkadaşlar gece pastırma sucuk filan getirdiler bunları bir güzel yedik. Ve sabahleyin gelen ekip gerçekten beni dinledikten sonra öğlene doğru serbest bıraktılar.
NELER GÖRDÜK NELER
Ben şimdiki gençliği çok şansız buluyorum. Kurdu kuzuyu görmeden yıllarını geçiriyorlar. Hayvan doğa ilişkileri ise hiç yok. Biz kurt köye indiği zaman 3 5 metre yanımıza sokuluncaya kadar onu izlerdik. Onun nasıl yaklaştığını görürdük. Koyun sütünden kaymaklar yerdik. Tayları inekleri gördük. Sular çekildi artık flamingolar gelmiyor. Atlara ne gem ne de eğer vurduk, atların yelelerinden tutarak ata binerdik. Bakkal dedemiz Erman amcamız vardı; lokum, bisküvi, fındık fıstık alırdık... O aldıklarımızı deftere yazardı sonra babamlar onun parasını verirlerdi. Kimse kimseyi kontrol etmezdi çünkü insanlar birbirlerine güvenirlerdi. Yılanların kurbağaları yiyişini gördük. Ağzımızı dayayıp yağan yağmur suyunu içtik. Tilkinin aç kaldığı zaman sürüye dalışını, köpeğin kurt yavrusuna yaklaşmasını izledik, kent hayatını da köy hayatını da gördük.
SAMİ SELÇUK, DENİZ BAYKAL PROF. ÖZBUDAN, PROF ERZURUMLUOĞLU İLE MEZUN OLDUK
Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi 1958-1959 mezunu olarak Ankara’da staja başladık. Bizim müstesna bir sınıfımız vardı; Sami Selçuk, Deniz Baykal Prof Ergun Özbudan, Prof. Erzan Erzurumluoğlu, Mete Güney, Erol Çetin, Türkan Güven… Biz hep birlikte okuduk. Hukuk Fakültesi’nin en faal öğrencilerinin başında geliyordum. Bizim Konyalı Yüksel Ulupınar’ı öğrenci derneğinin yönetim kuruluna seçtirdim. Çünkü biz Konyalılar olarak az mevcudumuz vardı. Öğrenci derneği seçimlerinde de Doğulu ve Çukurovalı çekişmesi vardı. Ama ben özel bir çalışma yaptım, gayret gösterdim ve bizim Yüksel Ulupınar’ın o 13 kişilik yönetim kuruluna girmesini sağladım. Mesela Sami Selçuk çok çalışkandı, o böyle sosyal olaylara pek girmezdi. Okulun bitmesine 3- 4 ay kala Türkiz hanımla birlikte görülmeye başlamıştı.
MÜLKİYE BASKETBOL TAKIMINDA OYNADIM
Hukuk fakültesinde öğrenci iken Mülkiye basketbol takımında oynadım, Şengül Kaptanoğlu ile birlikte Mülkiye’de idik. Şengül daha sonra Galatasaray ve milli takımda oynadı kendisi Karataş Mahallesi muhtarının oğlu idi.
KONYA SAMİ SELÇUK’A SAHİP ÇIKAMADI
Bir gün Sami Selçuk ile daha sonra eşi olacak Türkiz Hanım, fakültenin bahçesinde çamların gölgesinde bankta oturuyorlardı. Onlara doğru yaklaştım ve Türkiz’e ‘Bula bula bu bizim dağlıyı mı buldun’ diye takılmıştım. Ama inanın Sami Selçuk bugüne kadar Konya’nın yetiştirdiği en iyi hukukçudur. En iyi halkçıdır. Çor değerli bir insan, Hakka susamış bir insandır. Ama Konya olarak Sami’nin değerini bilemedik. Ona destek olmadık gerekli şekilde sahiplenemedik. Bakın Kayseri bir Cumhurbaşkanı çıkardı biz Sami’ye sahip çıkmadık bile.
CAN BARTU İLE OYNADIM
Ben 1953 yılında İdmanyurdu basketbol takımında top oynadım. Lisede okul takımı ile birlikte Ankara’ya genç milli takım seçmelerine katılmak için gitmiştik. O yıl dünyada bütün branşlarda tüm ülkeler, genç milli takımlarını ilk kez seçiyorlardı. Ben bu takımın kaptanı idim. Selahattin Özbudak da bizim takımda idi. O da İdmanyurdu’nun kalecisi idi. Ankara’da bu seçmeler sırasında Hergele Meydanı’nda Meram Oteli’nde kaldık. Oraya gidinceye kadar biz hep şişme toplarla basketbol oynamıştık ama oraya gidince ilk kez kauçuk basketbol topunu gördük ve bu toplara elimiz değdi. Fenerbahçeli Can Bartu ile burada karşı karşıya oynadık. Can Bartu hem futbol, hem basketbol takımında oynuyordu. Zaten biz karşı karşıya geldikten bir sene sonra Fenerbahçe yönetimi Can Bartu’ya ya futbol ya da basketbol demişti o da futbolu seçmişti. Daha sonra yurt dışına gitmişti. İzmirli Mustafa Ahsen Çoşar, Şengül Kaptanoğlu filan vardı bizim takımda. Ama biz genç milli takım seçmelerinde biz dereceye giremedik. Bize o zaman çok iyi para vermişlerdi. Bir spor malzemesi satan dükkandan yeni çıkan spor tişörtlerden aldık ve orada bunları üzerimize giydik, o kadar dikkat çekici idik ki Ankara’da yolda yürürken herkes dönüp dönüp bize bakıyordu. Ama bunlara çok para vermiştik.
OSMAN BÖLÜKBAŞI DAVASINI TAKİP ETTİM
Ankara da staj yapıyordum. 1959 yılının Eylül-Ekim-Kasım ayları idi. Beyhan Cenkçi de hapishaneye gidip gelen ekibin avukatlığını yapıyordu. O zaman Ankara adliyesi Anafartalar’da idi. Osman Bölükbaşı davası vardı. Onun avukatlığını yapanlardan birisi de Muammer Aksoy idi. Bir gün Muammer Aksoy elinde bir büyük çanta, diğer elinde ekmek arası bir şeyleri koridorda hızla yiyordu. Ama yediklerinin bir kısmını da telaşesinden yerlere döküyordu. Erol’a yaklaştım ve ‘patronuna söyle ekmekleri yere dökmesin günah’ demiştim. Muammer Aksoy’un Osman Bölükbaşı’nın müdafaasını yaparken çok güzel bir savunma yapıyordu biz de en ön sırada da stajyer avukatlar olarak onları izliyorduk. Ama laf Osman Bölükbaşı’na gelince o öyle bir konuşuyordu ki Muammer Aksoy adeta onun gözlerinin içine bakıyor, sussa da sıra bana bir gelse diyordu.
27 MAYIS İHTİLALİ
Yılbaşında askere gidecektik. O zaman sıra ile yedek subaylık öncesi içeriye alıyorlardı. Dışarıda da sıraya girmiş bekliyorduk ama müthiş de bir yağmur yağıyordu. Biz bu yağmurun altında bekliyorduk. Bu arada biri çıktı ve seslendi “buradan sonrası Polatlı’ya gidecekler” dedi. Hukukçu binbaşı okuldan Kemal Seçkin ile okulda iken o bana söz vermişti askerlikte torpil yapacaktık ve ben askerliğimi onun sayesinde güya Hava Kuvvetleri Komutanlığı’nda yapacaktım. Hatta ben kendimi buna öyle bir hazırlamıştım ki. Ve bizim “Polatlıya gidecek” sözü ile hayatımız boyunca yapacağımız ilk torpil işi de yatmış oldu. Polatlı’ya gittik, bekliyorduk ama açlıktan da ölecektik. İşte o anda buranın Ankara olmadığını anladık. Hava öyle bir soğuk yapmıştı ki 30 gün banyo görmedik. Alay komutanımızın baskısı ile 30. gün banyoyu gördük. 45. günde Ankara’ya gittik. 26 Mayıs günü Ankara’da idik. Ankara’da da şöyle bir olay yaşadık. Sınıf arkadaşım olan Abidin Solmaz o gün cephanelik nöbetçisi idi. Öyle bir bağırıyordu ki hepimiz oraya gittik “cephaneliği bastılar” diyordu. Meğer subaylar cephaneliği basmışlar, Albay Enver Eralp vardı öyle disiplinli bir komutandı ki kendi kendine bile ev hapsi verirdi. O gün ihtilalin olduğunu öğrendik, karavana filan yoktu, yemek verilmedi, saat 12 ye doğru yemek içtiması yapılmıştı.
İHTİLALDEN 16 GÜN SONRA
27 Mayıs ihtilalinden 16 gün sonra Erzincan’a 577. Topçu Taburu’na gidiyorduk. Otobüslere bindik, gece Sivas’ta indik, tekrar otobüste bindik ve sabah saat 10-10.30 sularında Erzincan’a indik. Otobüsten indikten sonra faytona bindik ve doğru belediye oteline gittik. Belediye oteli tek katlı, pembe boyalı, pencereleri yola bakıyordu ama öyle ki dışardan pencereye elini doğru soksan elin içeriye giriyordu. Biz de daha sonra öğrendik Kardeşler, İnce Biraderler Otellerinin olduğunu... Bir de biz gittikten sonra yedek subaylar ile muvazzaf subaylar arasında bir selam verme olayının olduğuna şahit olduk, muvazzaflar “yedek subaylar bize selam vermiyorlar” diye bizim arkadaşları rencide etmişler. Gelip durumu bana söylediler, bu durumu komutana en iyi sen aktarırsın dediler. Tabur komutanımız Albay Nihat Dikmen’e şikâyet var dedim. “Garnizon komutanına durumu ilet” dediler gittim durumu anlattım, Tuğgeneral bana “sen nerelisin” diye sordu bende “Konyalıyım” demiştim.
EN BÜYÜK ŞANSIM EŞİM
18 Ağustos 1962 günü Türkan hanımla evlendim. Bugün için benim en büyük şansım eşimin mükemmel bir insan olmasıdır. Bu mutlu evliliğimizden iki oğlumuz oldu. İlk çocuğumuz Cihangir Çalışkan İTÜ uçak mühendisliğini bitirdi. İkinci oğlumuz Hakan Çalışkan Ziraat mühendisidir.
İNSANLARI BİR KEZ DAHA TANIDIM
İdmanyurdu’nda 12 Eylül’den sonra insanları bir kez daha yakından tanıma fırsatını bulduk. 1967 de bizim de içinde bulunduğumuz yönetim kurulu Zafer’de Konya’nın ilk yürüyen merdivenli modern İdmanyurdu binasını ve çarşısını yaptırmıştık. Nuri Küçükköylü çok titiz bir insandı, düşünce düzeyi çok yüksekti. Yap-devret modeli ile bu inşaatı Kastamonulu bir müteahhide vermişler. Bunun karşılığı olarak da 1 milyon lira ipotek koymuşlar. Ertuğrul Onur, Mehdi Halıcı ile gittik ve bu ipoteğin rakamını 1 milyondan 10 milyon liraya çıkardık. Ali Tuncay esnaftı, o arabası ile gitti müteahhidi getirdi ve İdmanyurdu çarşısını bu adama yaptırdık. Bu arada her şey tam yoluna girdikten sonra birden dükkânlar satılmaya başlandı. En sonunda 26-27 dükkan kaldı, alacaklılar da onlardı, aldılar. Birleşme konusu geldi ben yazılarını yazdım, imzalar atıldı, postaladık. Konyasporlular kabul etmediler. Renklerde anlaşma sağlanamamıştı. Bu arada 7-8 tane dükkan aptalca kulüpten gitti diye 4 arkadaş dava açtık. Birleşsinler, bunlar kulübe kalsın dedik. Kıyamet koptu. Beni Cihanbeylili olmamdan dolayı bazı şeylerle ima etmeye çalıştılar. Büroma polis gelmiş, bir yüzbaşı geldi en sonunda. Koray Yarbay geldi lisede de abimizdi, bana ‘sen iyi birisin bu davadan vazgeç’ dedi. Merkez Komutanı Şinasi Korkmaz albay davadan vazgeç dedi. Buna ‘davandan vazgeçmez isen stadyumda anarşi çıkarmakla suçlanırsın’ demişlerdi. Benim derdim dükkânlar idi. Davadan vazgeçmemizin nedeni ise İdmanyurdu’nun yararına idi. Saat 12.00 veya 12.30’da 1. Asliye Hukuka dilekçe verecektim. Ama ben de saat 17.30’a kadar dilekçeyi vermedim. Çok telaşlanmışlar. En sonunda dilekçeyi verdik ve dükkânların hepsi satıldı. Burada bizi birleşmeye karşı imiş gibi gösterdiler.
İKİ DÖNEM ŞABAN UÇLUSOY İLE
Konya’da iki dönem Şaban Uçlusoy Başkanlığında baro yönetiminde görev aldık ve birlikte çalıştık. Şaban Uçlusoy Bey de çok iyi bir hukukçu ve çok değerli bir arkadaşımdır.
İLK LİSANSIM İDMANYURDU’NDA ÇIKTI
İdmanyurdu ve yeşil-beyazlı renklerin benim hayatımda çok ayrı bir yeri vardır. Çünkü biz bu renkler ve bu kulüp için hayati görevlerde bulunduk. Mesela benim sporculuk hayatımda ilk lisansım İdmanyurdu kulübü tarafından çıkartıldı. 1949-1950 sezonu idi. Yine İdmanyurdu’nda 1966-1967-1968’de yönetim kurulunda görev aldım. Nuri abi kulüp başkanı idi. Mustafa Önsöz, Nuri Aşçı, Abdullah Öngel ile birlikte çalıştık. 1979 Kasım’ından bu yana stadyumun yüzünü bile görmedim.
ADALET PARTİLİ İDİM
Biz köylü çocuğu olduğumuz için Adalet Partili idim. Süleyman Demirel’i çok seviyordum.
1963’te Erdoğan Bakkalbaşı, Av Sezai Arısoy ile birlikte ben de Adalet Partisi’ne girdim. 1964 yılının Kasım ayı idi. O tarihlerde benim Cihanbeyli’de de yazıhanem vardı. Oto nakliyatın burunlu mercedesleri şoför mahallinde Dr. Sait Sinan Yücesoy, Ankara’dan birlikte gelmiştik. 1966-1967 seçimleri vardı… Silleli Mustafa Nemci Aşçı ile beraberdik. Müderrisoğlu AP’den aday olmuştu. Parti birden ikiye bölündü. Demokrat Parti kırılmaya gidiyordu. Demirelciler ve Faruk Sükancılar diye bölünüyorduk. Demirelciler olarak Ziyaettin İzerdem, Feyzi Halıcı, Mehmet Varışlı… Faruk Sükancılar ise Mustafa Öncel, Haydar Koyuncu, Necati Kalıycıoğlu, Bahri Dağdaş... Bir gün parti bölünüyor diye Mustafa Aşçı “boş yerlere yeni isimler yazın, üye kaydedeceğiz” dedi. Ben bu işe karşı çıktım… Silleli Hacı Osman Boyav, Nihat Ülker’in yanında yer aldı. Ben karşı çıkınca şikâyet edildim. Ecz. Mustafa Önel İl başkanı idi. Partiye bir girdim, defterdeki bütün boş sayfaları çiziyordu. Mustafa Necmi oradan ayrılmış, meğer bizim telefon konuşmamızı partinin paralelindeki diğer telefondan dinlemişler. Daha sonra partiden ayrılmalar başladı…
FEYZİ HALICI BANA KÜSTÜ
Necati Kalaycıoğlu milletvekili idi. Bir gün ortalık gerildi ve kavga çıkıyordu. Kalaycıoğlu Mithat Varışlı’ya vurmak istedi. Ben araya girdim ve kapıyı kapattım. Feyzi abi (Feyzi Halıcı) oradan bağırıyordu ‘aç aç kapıyı’ diye. Ben açmayınca Feyzi abi bana çok kızdı ‘Ben sana gösteririm adam’ diyordu. Feyzi abi ile de bu yüzden üç yıl küs kaldık. Bu arada ben 1964’ten 1969 a kadar da beş yıl Meram ilçede yöneticilik yaptım.
NALÇACI KAZADA VEFAT EDİNCE
Patiden ayrılmak istiyordum… Yüksel Ulupınar bir iş söyledi, Rahmetli Ahmet Hilmi Nalçacı da “buraya parti işi asla giremez” dedi. Ahmet Hilmi Nalçacı, Hacı Osman Bayav, Nihat Ülker, Mehmet Onocak, Osman Torun ve ben. Dişçi Muzaffer Demirtaş vekil oldu, kaza olup Ahmet Hilmi Nalçacı Bey vefat edince de ben siyaseti bıraktım, kurtuldum. Sonra yerine bildiğiniz gibi Yılmaz Kulluk geldi. İlk avukatlık büromu 1962 yılında Saray çarşısının orada Şeker Bankası vardı orada tutmuştum. Daha sonra Fatih Çarşısı’nın 3. katında çalıştım. Daha sonra da şimdiki yerim olan Hacı Şükrü İş Hanı ikinci katta büromu açtım ve halen çalışmaktayım…