Mustafa Erbil KORU

Mustafa Erbil KORU

Şehrin en köklü ailelerinden Koru ailesinin hukukçu, eğitimci, sağlıkçı evladı... Verem Savaş Derneği çatısı altında 45 yıldır aralıksız ve hiçbir menfaat söz konusu olmadan çalışan, 15 yıldır da başkanlık görevini yürüten gönül dostu...

Konya’nın meşhur ve meçhul yüzleri

 

Hazırlayan: Uğur ÖZTEKE

 

DİN VE SİYASETTE AĞIRLIKLI SAYGIN BİR AİLENİN ÇOCUĞU

Bu haftaki konuğumuz Avukat Mustafa Erbil Koru, yaklaşık 150 yıldır Konya’da yaşayan, Konya’nın en eski ailelerinden birine mensup bir değer. Eski Konya deyişi ile ‘Türbe önünde evi Meram’da bağı olan’ Konyalılarımızdan. Konuğumuzun en eski dedeleri, 150 yıl önceki Konya Müftüsü, Nakıpoğlu Camini yaptıran, Hacı İbrahim Efendi imiş. Dedesinin dedesi ise, Konya’da Belediye Reisliği yapan ve 1908 meşrutiyetinde Konya Mebusu olarak İstanbul’a giden Hacı Fasih Efendi’dir.

 

MİNİK MUSTAFA ERBİL ASKERDE EZİLMESİN DİYE NÜFUSA GEÇ YAZILMIŞ

 

Dedesi Hacı Sait Efendi ile kardeşi Mümtaz Koru Bey, babaları Hacı Bahri Efendi’nin ölümünden sonra, onun türbe önündeki evini yıkıp arsayı ikiye ayırmışlar ve ikisi de yan yana evlerini yapmışlar. Mustafa Erbil Koru, zamanının konağı sayılan bu evlerden, şehit Nazım Bey Caddesi’ndeki 9 numaralı evde, 1931 yılının Aralık ayında doğmuş.16 gün sonra da yepyeni bir yıla, 1932 yılına girilmiş. Bundan 77 yıl önce erkek çocukları için askerlik en önce düşünülen bir konu imiş. Dede Hacı Sait Efendi “çocuk ezilmesin askere bir yaş daha büyük gitsin” diye bir yıl sonra yani 1933 doğumlu olarak nüfusa yazdırmış.

 

BU KEZ İLKOKULA BİR AN ÖNCE GİTSİN DİYE MAHKEME KARARI İLE YAŞ YENİDEN DÜZELTİLMİŞ

 

İlkokul çağı gelince bu kez okula bir an önce gitmesi istenmiş ve mahkeme kararı ile yaşı düzeltilerek 1932 doğumlu olarak yapılmış. Mahkemeye gelen şahitler doğum gününü söyleyemediklerinden ise nüfusa günsüz olarak Şubat–1932 doğumlu olarak kayıt edilmiş.

 

SIK HASTALANAN SISKA BİR ÇOCUKTUM

 

Hikayesinin devamını ondan dinleyelim:

1930’lu yıllarda okula giden azdı. Şimdiki gibi ikili öğretim falan yapılmazdı. Hatta vücudu gelişmiş iri çocuklar bir yaş küçük iken de, okula alınırlardı. Ben aslında sık hastalanan sıska bir oğlan olduğum halde “gürbüz çocuklar meyanında” bir yaş küçük iken 1931 doğumlularla birlikte okula başladım. Sınıfımın birincisi olmayı çok istedim fakat hiçbir yıl birinci olamadım. Ama her sınıfta da sınıfın en çalışkan ilk 10 öğrencisinin arasında oldum. Üniversite öğrenciliğim dâhil hiçbir yıl ikmale kalmadan her yıl sınıfımı Haziran döneminde geçtim.

 

AİLE O DÖNEMLERDE Kİ KONYA’NIN SEÇKİN VE MÜMTAZ BİR AİLESİDİR

 

Babam Hacı Said Efendi’nin oğludur. Bir zamanlar sarraflık yapmış Karadeniz kıyılarını dolaşır mecidiye toplarmış. Mümtaz Koru amcamdır. Mümtaz bey Ziraat Bankasında Müdür olduğu için Konya’dan pek çok kişiyi bankaya almış. Babamı da Konya’da 1928 yılında Ziraat Bankası’na almış. Babam Muhasebede çalışıyormuş. Amcam Ziraat Bankası Genel Müdürlüğü’nde Zirai Krediler Müdürü imiş. Babamın iki defa başka ile tayını çıkmış amcam bunları durdurmuş ama babamın üçüncü kez tayini çıkmış. İzmir Bayındır şubesine. Amcam bu defa babamın tayinini durduramamış. Babama “bankada kalacaksan İzmir’e gideceksin gitmem diyorsan istifa edeceksin” demiş. Babam da Konya’dan ailesinin yanından ayrılmak istememiş ve 1938 yılında bankadaki görevinden istifa etmiş ve memurluktan sonra bedesten içinde manifaturacılık yapmaya başlamış. Annem ise Silleli Hacı Süleyman Ağanın oğlu Sarraf Kudsi beyin kızıdır. Aynalı doktor diye bilinen Dr. Celal Bey de dayısıdır. Annem Cemile Hanım 92 yaşında vefat etti.

 

BANKACILIKTAN İSTİFA EDEREK MANİFATURACILIK YAPAN BABA TİCARETTE ZARAR EDER

 

Babam manifaturacılığa başladıktan sonra gördük ki millet ticaret yapıp esnaflıktan mal mülk sahibi oluyor ama babam üç dükkânı bile satıyordu. O zamanlar harp yılları olduğu için aldığınız malı satarken üzerine ancak yüzde 10 kar koyarak satabiliyordunuz. Bu mecburi idi. Hâlbuki malı İstanbul piyasasından alıyordunuz. Diyelim ki malı İstanbul’dan yüklüyorsunuz malın kumaşın metresini 2 liradan aldınız. Bunu ancak 220 kuruşa satabilirdiniz. Aldığınız malı ancak 6-8 ayda satıp bitirebiliyordunuz. Yeniden İstanbul’a mal almaya gittiğiniz zaman aynı malın metresini bu kez 280 kuruşa alıyordunuz. Ticarette bir esas vardır, bir malın alış satış fiyatından önce o malı elinizden çıkardığınız zaman alırken ki fiyatı önemlidir. Bu kesinlikle göz önünde bulundurulmalıdır. Birde o zaman esnaf çok sıkı denetlenirdi. O zaman bu yasadan dolayı cezaevine girmeyen tek bir esnaf kalmış ise o da babamdı. O yıllarda nerede ise bedestende bütün esnaf birkaç saatliğine de olsa tutuklanıyordu. O zamanlar bir polis memuru vardı. Tahsin Efendi derlerdi. Bütün çarşıyı o kontrol eder, malın fiyatına bakar, faturasına bakar tutmayanları savcılığa o sevk ederdi. Polis Tahsin’den korkan esnaf mal alıp satmaya da korkardı. 1986’da bu polis Tahsin vefat etti. Bedesten içine o zamanlarda kebapçılar içi denirdi.

 

OKULA KÖPRÜBAŞI İLKOKULU’NDA BAŞLADIM

 

Köprübaşı İlkokulu’na yazıldım. Ama İsmet Paşa İlkokulu’nu bitirdim. İsmet Paşa İlkokulu’nun müdürü Yümni Tümer Bey idi. Bizim de yakın akrabamızdı. Babama “4 ve 5. sınıfı bizim okulda okusun, bizim okulda daha iyi yetişir ondan sonra da eğitimini daha başarılı yapar” demiş. Köprübaşı İlkokulu’nda ilk öğretmenim Rukiye Hanım idi. Ama Rukiye hanım öğretmen okulu mezunu olmadığı için ilkokul birinci sınıftan üçüncü sınıfa kadar öğrencileri okutur, üçüncü sınıftan sonra dördüncü sınıf öğrencilerini okutmaz tekrar birinci sınıf öğrencilerine dönerdi.

 

BAYRAMLARDAKİ ÇATA PAT TABANCASI

 

Çocukluğumda en çok bayramları severdim. Çok iyi hatırlıyorum bizim çocukluğumuzda bayramlar genelde kış aylarına denk gelirdi. O zamanlar mantar tabancaları vardı. Hatta onlara mantar tabancası denmez çata pat tabancası denirdi. Pembe pembe kapsülleri vardı. Tabii o kış günlerinde sobalı evlerde bir tek odada otururduk. Ben bunları patlattıkça eczasından çıkan koku odayı kaplardı, ben o kokuyu çok severdim. Ama oda duman ile dolunca bana kızarlar “hadi dışarı çık dışarıda patlat” derlerdi.

 

ATLARI ÇOK SEVDİĞİM İÇİN SÜVARİ ZABİTİ OLMAK İSTERDİM

 

Küçükken atları çok severdim. Ben 5-6 yaşlarımdayken komşumuz bir Yüzbaşı vardı. O vakit servis otobüsleri yoktu. Sabahları seyis, yüzbaşının atını yedeğine alır, evine getirirdi. Atlara binerler, Yüzbaşı önde, seyis arkada şakır şakır at koşturarak evimizin önünden geçerler ve Aslanlı Kışla’ya giderlerdi. Ben yüzbaşıya pek imrenirdim. “Büyüyünce ne olacaksın?” diye soranlara “Süvari Zabiti” olacağım derdim. Babam bendeki bu askerlik merakını görünce, bir Pazar günü beni “Konya Harası”na götürdü. Orada damızlık aygırlar ve atlar vardı. Çok güzel hayvanlardı. Bana “zabit olma vali ol, bu atların hepsi valinin emrinde, istediğin zaman gelir beğendiğin ata binersin” dedi. Ondan sonra ben hep Vali olmayı istedim.

 

MERAM’DA YAZ AYLARINDA ÇOK İYİ KUŞ AVLARDIM

 

Ben ilkokulda iken yaz tatillerini Meram’da geçirirdim. Babaanneme, babası Teyfik Çelebi’den kalan büyükçe bir bağımız ve bağ evimiz vardı. Dedem vefat ettiği için, babaannem küçükken eve alıp yetiştirdiği Fatma abla ile beraber Meram bağına çıkardı. Okul tatil olur olmaz ben de yanına giderdim. Orada kendimi evin erkeği gibi hissederdim. Çok sert kamyon iç lastiğinden sapan yapar, üç arkadaşımla beraber kuş avlardım. Zamanla hem her attığım taşla hedefi vurur oldum. Hem de sert lastiği çeke çeke kollarım epeyce kuvvetlenmişti.

 

BİZİM EVİN TAM KARŞISINDA ALTIN MAKAS AHMET KORU OTURURDU

 

O zaman unutamadığım komşularımız vardı tabii. Tam karşımızda amcazadem Altın makas diye bilinen, Konya’nın en ünlü, valilerin terzisi Ahmet Koru vardı. Opr. Dr. Güler Koru’nun babası. Onların yanında halamların evi vardı. Eniştem Mevlevi dergâhından idi. Adil Çelebi’nin oğlu Vedat Çelebi Bey. Onların evlerinin karşısında ise Asmalı Camii vardı. Onun karşısında ortaokulda müzik öğretmenliği yapan eğitimci Arif Şahap Bey otururdu. Arif Şahap Bey Konya Lisesi’nin marşını besteleyen öğretmen idi. Yanlarındaki evde ise  TEKEL’ de memur olan Münip Bey’ler otururlardı.

 

KONYA’NIN EN GÜZEL CADDESİ TAŞ VE TOPRAK İÇİNDEKİ MEVLANA’DAN KÖPRÜBAŞINA GİDEN YOLDU

 

O zamanlarda Konya’da asfalt yol yoktu. En iyi, en güzel cadde Mevlana’dan Köprübaşına giden yoldu. Burası şose bir yoldu. Arabalar, insanlar toz içinde kalırdı; çünkü yerler taş ve kumdu. Yolların kenarları tam 4 parmak toz olurdu. Hatta aşağı mahalleye giden esnaf türbe önünün oradan Kunduracılara ya da marangozlara geçerlerdi. Çocuklar ikindi saatlerinde eşekler ile çarşıya inerler akşam vakti dedelerini ya da babalarını alırlardı. Dedeleri ya da babaları eşekleri sürer çocuklar da arkalarında otururlardı. Hiç unutmuyorum, hayvanlar hep bu yolun en kenarından yürürlerdi. Çünkü orası yumuşak olur hayvan da o yumuşak yerden en kenardan tozun içinden yürürdü.

 

1950’DEN SONRA TÜRBE ÖNÜNDE BÜYÜK DEĞİŞİKLİKLER OLDU

 

1950’den sonra Hükümet meydanından türbe önüne kadar büyük değişiklikler yapıldı. Bu yol açıldı. Eskiden o yol yoktu. Sultan Selim Camii’nin cenaze taşının sol tarafında türbe hamamı vardı. Hamamın yanında dökük harap eski binalar vardı. Mevlana caddesinin karşısında ise buğday pazarı vardı, Buranın kocaman ama viran vaziyette kemerli bir kocaman giriş kapısı bulunuyordu. Burada da Araplar tezgâhlarda suni ipek dokurlardı. Buğday Pazarı’nın tam karşısında keçeciler vardı. 3 -4 keçeci dükkânı yan yana idi. Kızılay’ın karşısında buğday pazarının giriş kapısının hizasından Aslanlı Kışla’ya giden yolun üzerinde üç ev vardı kocaman kocaman… Bunlara Başaran Konakları denirdi. Bu evlerin tam karşısında ise bir çeşme vardı. Onun yanında da Şükrü Hoca Efendi’nin evi bulunuyordu.

Atatürk’ün köylülerin arasından seçerek vekil yaptığı dönemlerde Hayıroğlu köyünden vekil olan Mustafa Eken’in evi bunların yanında idi. Onlara köylü mebus denirdi. Bu insanlar öyle bilinirlerdi.

 

BAHADDİN ÇELEBİ İLE HACI MUSTAFA EFENDİNİN EVLERİ YANYANA İDİ

 

Daha eskiden Saadet Ekmek fabrikasının olduğu yerde Bahaddin Çelebi’nin evi vardı. Evinin önünde büyük bir bahçesi vardı ev bu bahçeden içerde idi. Bahaddin Çelebi Meram’dan buradaki evine geldiği zaman tek atlı yaylı arabası ile bahçeden içeriye girer araba bahçede kalırdı. Hacı Mustafa Efendi (Hacı Veyiszade Efendi) de bu eve komşu evde oturuyordu.

 

TAŞBAŞLI RAHİM HOCANIN DEĞNEKLERİ

 

İlkokulda daha sonra öğretmenimiz Taşbaşlı Rahim Hoca oldu. İyi bir hoca idi ama çok öğrenci döverdi. Bir iki tane böyle ayrı ayrı dayak sopası vardı. Sopalarda sobanın yanında duran dolabın içinde dururdu. Çocuklar fırsatını buldular mı sopaları sobanın içine atar yakarlardı. Hoca kızıp da sopayı bulamadığı zaman hemen bir öğrenciyi çağırır ‘Kes gel bir değnek’ diye öğrenciyi bahçeye gönderirdi. O giden öğrenci teneffüs zili çalıncaya kadar bir daha gelmezdi

 

OKUL MÜDÜRÜ BİR GÜN ODASINA ÇAĞIRDI

 

Bir gün okullar açıldıktan sonra -yani yaklaşık 20 gün sonra filan-, başka bir ilkokuldan öğretmen çocukları olan bir kız ile bir erkek kardeş bizim okula kayıt oldular. Oğlanın adı Behzat idi. Ablası ise bizden bir sınıf büyüktü. Nedense bazı çocuklar bunlara musallat olmuşlardı. Bir kış günü okuldan çıkmış, bunlarla yan yana yürüyerek gidiyorduk. Bunlara musallat olan çocuklar arkadan gelip kızın eşarbını çektiler. Annesi ertesi gün müdüre bir mektup yazmış. “Bunlar bunlar benim çocuğuma böyle böyle yapmış” diye de mektupta anlatmış. Müdür benim de ismimin olduğu çocukları odasına çağırdı. O iki kardeş de odada idiler. Onları dinledi, durumu öğrendi daha sonra beni göstererek ‘bu ne yaptı?’ dedi. Onlar da “bu bizim yanımızda yürüdü” dediler. Müdür o çocuklara “niye böyle hayvanlık yapıyorsunuz” diyerek tahta ile vurdu. Bana da dönüp “bu haylazların yanında senin ne işin var” diye çok fena kızmıştı.

 

MÜMTAZ KORU AMCAM KARNE HEDİYESİ OLARAK KÜÇÜK BİR TÜFEK ALMIŞTI

 

1943 yılında babam manifaturacılık yaparken babamın bir gün İstanbul’daki işi için ben de onunla birlikte İstanbul’a gitmiştim. Babam alış verişe gittiği zaman ben Mümtaz amcamın yanında kalıyordum. Mümtaz amcam da Tepebaşında büyük bir otelde kalıyordu. Derslerim çok iyi idi, karnem de iyi olduğu için amcam beni mükafatlandırmak istedi ve  bana sordu “sana bisiklet mi alayım yoksa ansiklopedi mi alayım?” Aslında biliyordum amcam bana ansiklopedi almak istiyordu. Ama ben de Meram’da bizim komşumuz olan Belediye Reisliği de yapan Kasım Gürel Beyin torunun elindeki tüfekten istiyordum. Çünkü onun böyle küçük bir tüfeği vardı, küçük bir şeydi kuş filan vurmak için. O zamanlar ben dokuz yaşında idim. Onun tüfeği ile birkaç kez de kuşlara atış yapmıştım. Bu yüzden ısrarla amcamdan tüfek istedim. Ancak çok yer gezdik bu tüfekten bir türlü bulamadık. Kapalı çarşıya girdik. Sol kapıda bedestene giderken kapının hemen yanındaki dükkânın vitrininde bu tüfeğin aynısını gördük. İçeriye girdik pazarlık yapmaya çalıştık. Ama adam benim bu tüfek için çok ısrarcı olduğumu anlamış olacak ki fiyatta hiç aşağıya inmiyordu ve o günün parası ile amcam tüfeği bana tam 41 liraya aldı. Ama tüfeğin kayışı bile yoktu. Buradan bir saraca gittik, kayış taktırdık. İstanbul’da hep tüfek omzumda asker gibi gezdim. Onu hiç yanımdan ayırmadım, elimden düşürmedim.

 

ARKADAŞIM ALİ İLDAY TATAR HOCAYA TABANCA GÖSTERİNCE

 

1943 yılında Karma Ortaokulu’na kayıt oldum. Bir Türkçe öğretmenimiz vardı, Tatar hoca diye bilinirdi. Vehbi Bey. Ahmet İlday diye de benim bir sınıf arkadaşım vardı. Ahmet biraz yaramaz biraz da tembel bir öğrenci idi. Bir gün biz okuldan çıktık, Ahmet ile yürüyerek gidiyorduk. Ben sonradan öğrendim meğer bizim Tatar hoca silahtan tabancadan çok korkarmış. Biz okuldan çıkıp yürüyerek İsmet Paşa Okulu’nun olduğu yöne doğru yürürken Tatar hoca arkamızdan geldi. Ve tam bizim yanımızdan geçerken Ahmet paltosunun önünü açtı ve ceketinin cebindeki tabancayı hocaya göstererek ‘hocam benim derslerimin durumu iyi değil. Benim notları bir düzelt’ deyiverdi. İlk anda o tabancayı ben oyuncak tabanca sanmıştım. Ertesi gün okula gittik Okul müdürü beni odasına çağırttı. Okul Müdürümüz Oğuz Çörüş idi. Bana durumu anlattıktan sonra “Ahmet’e söyle o tabancayı bir daha okula getirsin o okula getirdiği gün de sen bana haber vereceksin tabancayı yakalatacağız” dedi. Yani ben Ahmet’i ihbar edecektim. Bunu asla yapamazdım. Bu kez ben Tatar hocaya gittim durumu anlattım ve ağlayarak “hocam eğer ben böyle bir şey yaparsam Ahmet beni öldürür benim derimi yüzer” filan dedim. Tatar hoca bana hak verdi ve “tamam sen korkma ben gider durumu müdür ile görüşürüm” dedi.

 

OKUL SIRASINA ÇAKIM İLE NUMARAMI YAZMIŞTIM

 

Yine bir gün okula daha yeni başlamıştık. Çocuklar sıraların üzerlerine çakıları ile isimlerini ve numaralarını kazımışlar. Ben de çakımı çıkardım ve oturduğum sıranın üzerine kendi numaramı yazdım, hatta bunu ilk başta herkesin kendi sırası belli olsun diye böyle yapılıyor sandım. Okulun müdür yardımcısı Şakir Obalar bir gün sınıfa girdi, sıraları tek tek kontrol etti. Benim gibi numarasını adını sıraya kazıyanların kulaklarını çekti kızdı hatta birer ikişer de tokat altmıştı. Tabii çakılarımızı da toplamıştı. Ortaokuldan hatırladığım çok iyi arkadaşlarım vardı. Hakim Hasan Tahsin Oğuz vefat etti, yine vefat eden Dr. Abdurrahman Cantekinler İstanbul’da halen hukuk profesörü olan Hasan Ulukapı ve dişçi Necdet Pamir gibi.

 

YAŞIM KÜÇÜK DİYE BENİ KONYA LİSESİ’NE KAYIT YAPMAK İSTEMEDİLER

 

Arkasından Konya Lisesi’ne kayıt olduk. Okula kayıt diye gittiğimiz zaman benim yaşım küçüktü. Okulun müdür muavini beni kayıt yapmak istememiş. Babam onun odasına girmiş ben odanın kapısında dışarıda bekliyordum. Saçlarımı filan üç numaraya kestirmiş takım elbise giymiş, kravat filan takmış durumda bekliyordum. Bu arada bir ayak sesi geldi, böyle pat pat diye bize geliyordu. Adam geldi kapıyı açacağı zaman ben yine orada öylece bekliyordum, bana “orada niye duruyorsun” dercesine baktı. Ben de hemen böyle hazır ol vaziyetine geçtim, tak diye topuk selamı verdim, kendisini selamladım. Adam içeriye girdikten sonra babamla müdür muavininin konuşmasını dinlemiş, dışarıda da beni gördüğünü söylemiş ve müdür muavinine “alın alın o öğrenciyi kayıt edin” demiş.

 

FİZİK YAZILISINDAN KAÇIP OKULUN ÇATISINA ÇIKMIŞTIM

 

Okulumuzun Müdürü Semih Ragıp Atademir idi. Bir gün fizik dersinden çok iyi bir not almıştım. Ama hoca benim de çalışmadığım bir gün yazılı yapacağım diye haber göndermiş. Kimi okuldan kaçtı kimi duvardan atlayıp gitti. Ben de daha önceden iyi not almıştım ve o gün hazırlıklı değildim. Fizik kimya laboratuarının olduğu bir bina vardı oraya kaçtım. En üst kata çıktım. Baktım çatıya çıkan yerde bir merdiven duruyor o merdivenden çıkıp çatıya saklandım. Ama biraz sonra aşağıdan sesler gelmeye başladı. Dinledim okul müdürünün sesi idi. Yanında da birileri vardı bir şeyler konuşuyorlardı. Birden akılma eğer o merdiveni çekerler de çatıda kalırsam diye geldi, korkudan titremeye başladım. Ve zil çalıp tekrar aşağıya ininceye kadar çatıda tam bir saat korkudan titredim.

 

VALİ ŞEFİK SOYER BENİ TEBRİK ETMİŞTİ

 

Lise son sınıf öğrencisi idim. Okul müdürümüz o yıl Hikmet İlaydın idi. Aynı zamanda edebiyat hocamız idi. Bir gün sınıfta herkese Atatürk’ün gençliğe hitabesini tek tek okuttu. Emre diye bir kız vardı onunla benim okumamı beğenmiş. 19 Mayıs törenleri vardı. O kız gençliğe hitabeyi okuyacakmış ben de hocanın kendisinin hazırladığı bayram metnini. Hatta bir gün önceden bana metni verdi, “git buna evde çalış iyici oku” demişti. 19 Mayıs törenine gittik. 1948-49 eğitim yılı idi. Tören başlangıcında ben bu metni okudum. O zaman Konya Valisi Şefik Soyer ben konuşma metnini okurken yukarı protokoldeki yerine çıkmamış, kürsünün yanı başında beni dinlemişti. Metin bitince geldi yanıma beni tebrik etti, elimi sıktı.

 

ÇUBUK BARAJINI GÖRÜNCE ÇOK ETKİLENDİM

 

Yine bir tatile girmiştik. Derslerim çok iyi idi O zaman da Ankara’ya gitmiştik. Mümtaz amcam mükâfat olsun diye bizi Çubuk barajına pikniğe götürdü. O kadar büyük suyu ömrümde ilk defa görüyordum. Barajdan çok etkilenmiştim o günü de hiç unutamam.

 

ABLAMI KAYBETTİM

 

1949 yılı Haziran ayında Konya Lisesi’ni bitirdim. 1949 yılı ailemiz için çok üzücü geçti. 1946 yılında, Konya Kız Öğretmen Okulu’nu bitiren ablam 1948 yılında Cihanbeyli Kaymakamı olan eniştemle evlenmişti. 1949 Eylül ayında hasta vaziyette doğum için Konya’ya evimize geldi. Ve bir erkek evlat dünyaya getirdikten 20 gün sonra vefat etti.

 

SİYASAL BİLGİLER’E GİRMEK İSTİYORDUM

 

Ben o yıl üniversiteye girecektim. Hem valilik hayalimi gerçekleştirebilmek ve hem de küçük bir dükkânda manifaturacılık yapan babama yük olmamak düşüncesi ile Siyasal Bilgiler okuluna yatılı olarak girmek istiyordum. Siyasal Bilgiler okulu -1949 da Fakülte değildi.- imtihanla devlet hesabına yatılı okuyan 60 öğrenci ve kendi hesabına okuyan 60 öğrenci olmak üzere 120 öğrenci alıyordu. Ben olaylar dolayısı ile pek çalışamamıştım. Yatılıyı kazanamadım 118. oldum.

 

‘PARA KARŞILIĞI BEN BAŞKASI ADINA LAF SÖYLEMEM’ DEMİŞTİM DEMEK Kİ BÜYÜK KONUŞMUŞUM

 

Konya’ya geldim, durum aile büyüklerince görüşüldü, Mümtaz Koru bey amcam Hukuk Fakültesine gitmemi istedi. Hukuk Fakültesinde alan çok geniştir, çalışınca Valide olur, Hakimde olur, her şey olur denildi ve Hukuk Fakültesine kaydımı yaptırdım. O tarihlerde  üniversite seçme sınavı yoktu. Ben Avukat olmayı hiç düşünmüyordum. Hatta “para karşılığı ben başkası namına laf söylemem” diyordum. Büyük konuşmuşum, kader beni Avukat yaptı.

 

HUKUK FAKÜLTESİNDE TALEBE CEMİYETİ VE TALEBE YURDUA YÖNETİMLERİNDE GÖREV YAPTIM

 

Hukuk fakültesi öğrencisi iken Talebe Cemiyeti Yönetim Kurulu üyeliği yaptım. Başkanımızda daha sonra Çalışma bakanlığı yapan Atilla Sav idi. Yıl 1952- 53’de de başkan oldum. Yine hukuk fakültesi öğrencisi iken Cebeci Talebe Yurdu talebi temsilciği görevini yaptım. Bir gün yurdun durumunu göstermek için dilekçe yazdığım Milli Eğitim Bakanı Tevfik İleri beni makam aracına aldı, birlikte yurda geldik ve bakan şikâyetlerimizi yerinde gördü.

 

BABAMIN İSTEDİĞİ İLE AVUKAT OLDUM

 

1951 yılında Babaannem vefat etti. İki yıl ara ile arka arkaya gelen ölümler babamı çok sarstı. 1952 yılında babam çok ciddi kalp krizleri geçirdi. 1953 yılında ben fakülteyi bitirdim. Babam “ben çok hastayım her işte bana yardımcı olacak biri gerek. 14 yaş küçük kız kardeşin daha çocuk, ölürsem sana hasret gitmeyim. Konya’da Avukat ol” dedi. Bunun üzerine Avukat stajına başladım. 1954 yılı Temmuz sonunda staj bitti. Avukatlık Ruhsatımın gönderilmesi için Baro Adalet Bakanlığına gerekli evrakları gönderdi. Bir süre sonra cevap geldi, “Avukatlık kanununa göre Avukat olabilmek için 23 yaşını doldurmak gerekir. Oysa M. Erbil Koru 23 yaşını doldurmamıştır. Yaşı tamamlandığında Ruhsat gönderilecektir” denildi. Ne kadar üzüldüğümü bilemezsiniz, “çalışıp erken mezun olmanın mükâfatı bu mu?” diye hayıflandım.

 

ÖNCE POLATLI’DA DAHA SONRA KARAKÖSE’DE VATANİ GÖREVİMİ YAPTIM

 

1954 yılı Ekim sonunda Polatlı Topçu yedek subay okuluna gittim. Okul bitti. Kuralar çekilecek. Birliklerin yerlerini gösteren listeye baktım. Adana’da, Urfa’da, Dörtyol’da topçu birlikleri var. Ben çok fazla terlerim. Onun için sıcak bir yere gitmekten korkuyorum. “Yarabbi şu sıcak yerler olmasın da Karaköse’ye razıyım” diye dua ettim. Üç Konyalı arkadaş aynı mangada beraberdik. Numara sırası ile benden önceki arkadaş Adnan Sabuncu, Bursa’yı, benden sonraki arkadaş Bahir Olgun İstanbul Davutpaşa’yı, ben aralarında Karaköse’yi çektim. Bir an Karaköse neresi diye haritaya baktım. Meğer Ağrı ilinin il merkezinin ismi imiş. Ağrıda bir yıl askerlik yapıp -36 derece soğuğu, telefon direkleri boyunca yağan karı gördüm ve teğmen rütbesi ile terhis oldum. Ben askerde iken Avukatlık ruhsatım da Konya’ya gelmiş. 5 Mart.1955 yılında Konya Barosuna 189 sicil numarası ile kaydoldum.

 

1958 YILINDA SARRAF HACI SAİT EFENDİ’NİN KIZI SEMAHAT HANIMLA EVLENDİM

 

1958 yılında, Hicaz’da vefat etmiş olan, Sarraf Hacı Sait efendinin kızı Semahat hanımla evlendim. Bu evlilikten 1961 doğumlu Mümtaz, 1963 doğumlu Rıfkı ve 1966 doğumlu Sait isminde üç oğlum oldu. Çocuklarımın hepsi evli ve bunlardan 6 torunum var. Bir de öz kızımdan farksız olan, büyütüp gelin ettiğim Ayten isimli kızım var. Bundan da 2 torunum var. Yani torun sayısı 8 oldu.

 

35 YIL AVUKATLIK YAPTIKTAN SONRA 1990’DA BÜROMU KAPATTIM

 

35 yıl avukatlıktan sonra 1990 yılı başında büromu kapattım. Baroda kayıtlı olmakla beraber, Avukat olarak çalışmıyorum. 1994 yılında hacca giderek dini görevimi de yerine getirdim. Avukatlık yaparken Rabbim bana layık olduğumdan fazlasını verdi. Mümtaz Koru amca bana: “Çalış didin kazandığını tut pek, kalırsa düşmana kalsın, dosta muhtaç olma tek” diye nasihat ederdi. Ben de kazandığımı tutmaya çalıştım.

 

SOĞUK BİR KIŞ GÜNÜ ATATÜRK KIZ LİSESİ’NDEN ÇIKIP OTOBÜSTE YER BULAMAYAN ÇOCUKLARI GÖRÜNCE

 

Soğuk bir kış günü idi. Bir taraftan poyraz, bir taraftan hafif atıştıran kar insanın yüzünü jilet gibi kesiyordu. O gün Adliye binasından dönüyordum, Atatürk Kız Lisesi’nden çıkan çocukları gördüm, zaten dolu gelen otobüste yer bulabilmek için birbirlerini adeta eziyorlardı. Yarabbi bir imkân ver de Aydınlık evlere bir okul yaptırayım diye içimden geçirdim. Bir süre sonra bu imkânı elde ettim. Yer temini için bir hayli uğraştım. İmar planında değişiklik yaptırabilmek için Ankara’ya üç defa gidip geldikten sonra okul arsası olarak belirlenen yeri, Belediye Başkanı Yılmaz Kulluk Bey’in de yardımı ile ufak bir bedel karşılığında belediyeden satın aldım. 1970 yılında başlayıp 1971 yılında okulu tamamladım. Ortaokul olarak yapılan okul sonra lise oldu. Erbil Koru Lisesi Aydınlık evlere hizmet vermektedir.

 

VALİ KATITAŞ, KAN İHTİYACI OLANLARIN GECE EVDEN KENDİSİNİ ARADIKLARINI SÖYLEDİ

 

Konya Valisi rahmetli Kemal Katıtaş, kan arayan hasta yakınlarının kendisini gece evinden bile aradıklarını, kan temini için bir kan merkezi gerektiğini söylemişti. O vakit Konya’da hiç kan merkezi yoktu. Vali beye yer temin edilirse kan merkezi yaptırabileceğimi söyledim. Sağlık Müdürlüğünün bahçe girişinin sağ tarafındaki boşluğu gösterdiler ve oraya Avukat Erbil Koru kan merkezini yaptırdım. Halen Kızılay burada kan almaktadır.

 

MÜMTAZ KORU AMCAM ÇOCUĞU OLMADIĞI İÇİN DERNEĞİ HEP ÇOCUĞU GİBİ DÜŞÜNÜRDÜ

 

Avukat Erbil Koru en büyük sosyal çalışmalarının, Konya Veremle Savaş Derneğindeki çalışmaları olduğunu söylüyor ve sohbetimize şöyle devam ediyor: Konya Veremle Savaş Derneği’nin kurucusu Mümtaz Koru amcadır. Çocuğu olmadığı için derneği evladı gibi düşünürdü. Bir gün çok üzgün olarak benim dernekle ilgilenmediğimi ve kendisinden sonra ne olacağını merak ettiğini söyledi. Ben de kendisine dernekle ilgileneceğime söz verdim. Mümtaz Koru amca 1962 yılında vefat etti. Ben de 1963 yılında Konya Veremle Savaş Derneği’nin Yönetim Kurulu Üyeliğine sayman olarak girdim. 2008 yılına kadar Yönetim Kurulunda 45 yıldır aralıksız ve hiçbir menfaat söz konusu olmadan çalışmakta ve 1993 yılından beri de 15 yıldır başkanlık görevini yürütmekteyim. Bu 45 yıl içinde verem mücadelesinde pek çok hizmetler yapılmıştır. Fakat benim gördüğüm en önemli hizmet, derneğimizin Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi bahçesine yaptırdığı “Mümtaz Koru Göğüs Hastalıkları Hastanesi”dir. 2003 yılında yaptırdığımız ve halen halkımızın sağlığına hizmet veren bu binadaki yatak sayısı az gelmeye başladığından, 2007 yılında 51 yataklı ve eski binaya bitişik olarak yeni bir hastane binası daha yaptırdık. İki bina tek bir hastane olarak kullanılacaktır. İnşaat Nisan ayına kadar tamamlanacak ve hizmete açılacaktır. Böylece beş katlı 100 yataklı, toplam 4500 m2 kullanım alanlı bir hastane binası derneğimiz tarafından yaptırılmış ve halkımızın sağlığına hizmet için Meram Tıp Fakültesi’ne hiçbir karşılık olmadan armağan edilmiştir. Dernek olarak bununla gurur duyarız.

 

UNUTAMADIĞIM O DAVA

 

Avukatlık yaşantımda pek çok unutamadığım olaylar, davalarım var. Mesela bir tanesi şudur: Eski garajın orada Meram otobüs yazıhanesinde çalışan Mustafa diye biri vardı. Bir gün yanında bir bayan ile büroma geldi. Yanındaki bayanı da eşim diye tanıttı. Bayan birinden 40 bin liralık senet almış. O da ipotekli imiş, yani senet olduğu için ipoteği olduğu için de kolay bir işti bu paranın alınması bunu bize teklifte bulundular. Kabul ettim, yıl 1965. Aldığımız senet ipotek yaptıracağımız kişi Arif Renklitan idi. Hiç tanımıyordum ve bu ismi daha önceden hiç duymamıştım. Biz hukuksal süreci başlattık. Bu arada bir gün odama bir adam ve yanında iki kişi geldi. Kendini tanıttı Yüzü çopurdu. Yanındaki kişi de “Yıkık Mahalleden Abdurrahman” dedi. Öbür genç adamı tanıttı. Onun da ismini söyledi. Adam öldürmekten cezaevinden yeni çıkmış. Öbür yaşlı adamı sonradan öğrendim. Delibaş isyanına katılanlardan 101’ler diye bilinenlerdenmiş. Yurt dışına çıkmış sonradan gelmiş. Bana bir süre sonra “sana 10 bin lira vereyim bu davadan vazgeç” dedi. Sinirlerdim ve adama “ben namussuz avukat değilim, bunu yapmam, davaya devam edeceğiz” dedim; adamlarını aldı gitti. Akşam durumu babama anlatınca adamları tanıdı. Babam da “davanı bırak oğlum bu adamlar çok tehlikeli belalı adamlar” dedi. Ama ben bırakmamak için direndim, babamın dediklerini de kabul etmedim ama 6.35’lik bir tabancam vardı onu o gün yanıma aldım. Bu davadan vazgeçmek için milletvekili adayı olan Ferit Hotamışlı araya girdi, benim davadan vazgeçmemi istedi. “Sen doğru olanı yap Arif ağanın işini hallet” dedi. Onu da kabul etmedim. Ve en sonunda dava sonuçlandı ve bu adamdan 40 bin lirasını aldık

 

MİLLET PARTİSİ’NDE ÖNCE İL BAŞKAN YARDIMCISI SONRA MİLLETVEKİLİ ADAYI OLDUM

 

1964 yılında Avukat Muammer Şahin, noter Celal Özdemir ve bir grup arkadaş gelerek Millet Partisi’ne üye olmamı istediler. Önce kabul etmedim ama daha sonra Millet Partisi’ne üye oldum. Genel Başkan Osman Bölükbaşı idi. Daha sonra kongrede Muammer Şahin İl başkanı ben de başkan yardımcılığına seçildim. Arkadaşlar 1965 seçimlerinde benim milletvekili adayı olmamı istediler.  O zaman inşaat yaptırıyordum ve maddi durumum iyi değildi, yani sıkıntılıydım, öyle param pulum yoktu. Ben de onlara maddi durumumu aktardım. Onlar ısrar ettiler. İlçe yönetimi eve geldi. “İlla sen milletvekili adayı ol gerekirse parayı biz veririz” filan diye ısrarcı oldular. Fakat bunu isteyen grubun niyetini daha sonra anladım. Meğer onlar il başkanı Muammer Şahin’in birinci sıradan milletvekili adayı olmasını istemiyorlarmış beni de ona rakip olarak çıkarmak istiyorlarmış. Tabii tekrar söylüyorum bunu çok sonradan anladım.  Neyse kendi aramızda seçim yapıldı ve bizim genel merkeze gönderdiğimiz sıralama belli oldu birinci sırada Ferit Hotamışlı, ikinci sırada Muammer Şahin, üçüncü sırada Nur cemaatinden Mustafa Kırıkçı, dördüncü sırada ben vardım. Ama bizim buradan seçimle gönderdiğimiz sıralama genel merkez tarafından değiştirildi, sıralamada seçimlere giderken birinci sırada Faruk Önder, ikinci sırada yine yabancı biri vardı ve seçimlerde bu ilk iki sıradaki arkadaş vekil oldular. Bu seçimlerden sonra parti yönetimi Alparslan Türkeş’in yönetimine geçti. Genel merkez parti kayıtlarının yenilenmesini istedi. Ben bir daha kayıt olmadım ve aktif siyaseti de böylece noktalamış olduk.

 

BÖLÜKBAŞI KONYA MİTİNGİNDE MİLLETVEKİLLERİNİ KEDİYE BENZETİNCE

 

Bir gün partinin Konya’da mitingi vardı. 1964-1965 yılları. Millet Partisi il idare heyeti olarak genel başkan ve yanındaki heyeti Başak Palas’ta konuk ettik. Genel Başkan Bölükbaşı’nın yanında İçişleri Bakanı İsmail Hakkı Bey, yine bakan olan Sivaslı Orhan Alp vardı. Orhan Alp, Sivas vagon atölyesinde daha önceden müdür idi. Daha sonra siyasete katılmıştı; sarışın beyaz yüzlü bir insandı. Bölükbaşı o gün kürsüde konuşurken bir ara  “Bu milletvekilleri var ya yan komşunun gelen yemek kokusunu alan kediler gibidirler. Menfaat gördüler mi hemen sizi terk edip oraya giderler” dedi. o anda Orhan Alp’in sarışın beyaz yüzünün kıpkırmızı ama kıpkırmızı olduğunu gördüm. Hatta bu konuşmadan sonra Seyfi Öztürk Millet Partisi’nden ayrıldı ve DP’ ye geçti. Siyasi hatıralarım arasında unutamadıklarımdan birisi de Ermenek gezisidir. Bir gün Bölükbaşı ile Ermenek’e gittik. Gece orada kaldık. Dönüşte arabamız arızalandı yolda kaldık. Genel başkanı bir başka partilinin arabası ile Konya’ya gönderdik ve biz orada kaldık. Bir de Bölükbaşı hep “ben yaptım ben ettim” derdi. Atatürk bile biz derken onun hep ben ben demesi benim dikkatimi çekmiş “bu adam bu kafa ile siyasette başarılı olamaz” demiştim.

 

ULUSALVEREMLE SAVAŞDERNEKLERİ FEDERASYONUNUN YÖNETİM KURULU ÜYESİYİM

 

Ulusal Veremle Savaş Dernekleri Federasyonunun yönetim kurulu üyesiyim. Ayrıca şunu söylemek isterim ki Konya Veremle Savaş Derneği bir şube filan değil Genel Merkez’dir.

 

ADALET BAKANLIĞI CEZAEVLERİ İNCELEME KURULU ÜYESİYDİM

 

Adalet Bakanlığı’nda Avrupa mevzuatlarına uygun olarak kurulan insan hakları işkence konularında çalışma yapan ‘Cezaevleri İnceleme kurulu üyesi’ idim. 9 Temmuz 2007’de kendi isteğim ile sağlık nedenlerinden dolayı bu görevimden istifa ettim. Adalet Bakanlığı’ndan da bu çalışmalarımdan dolayı Sayın Bakan tarafından plaket ile ödüllendirildim.

 

ERBİL KORU’NUN HAYATTAKİ EN BÜYÜK HATASI NEYDİ?

 

Erbil Koru’ya peki bunca başarılı parlak bir hayatta yaptığınız en büyük hata nedir diye sorduğumuz zaman içi burkularak şunları söylüyordu:  Dedemin yaptırdığı evde doğdum. Bu evde evlendim, üç oğlum da bu evde doğdu. Ne yazık ki hem bu evi, hem de Mümtaz Koru amcamın yaptırdığı iki evin de yerine turistik otel yaptırmak düşüncesi ile 1985 yılında yıktırdım. Böylece de hayatımın en büyük hatasını yapmış oldum. 1986 yılında babam Rıfkı Bey vefat etti. Otel yaptırmama bazı engeller çıktı. Oteli yaptıramadım. Bu tarihi evlerde boş yere yıkılmış oldu.