Mustafa Yiğit
Ne İsa’ya ne de Musa’ya…
Sanatçıların bu ülkede her zaman sıkıntılı bir duruşu vardır.
Tam anlamıyla diyebiliriz ki, “Ne Musa’ya ne İsa’ya yaranamama” durumu sanatçılar için geçerlidir.
Niye ne Musa’ya ne de İsa’ya yaranamaz sanatçılar?
Çünkü “Sanatçı özgür olmak zorundadır!”
Bu önerme bütün sanatçılar için hem bir zorunluluktur hem de bir felakettir.
Aslında kendine sanatçı niteliği atfedenler toplumla iç içe olanların “sanatkar” değil “zanaatkar” olduğunu söyleyerek, kendilerinin bu durumuna kendi açılarından bir meşruiyet sağlarlar.
Sanatçı biraz da halka tepeden bakan adamdır bu anlamda.
Milletin dertleriyle “somut” olarak ilgilenmektense “soyut” anlatımlarla bunu ifade ettiklerini söylerler.
Bu bir bakıma ağır bir ifade gibi görünse de toplumdan, toplumun dertlerinden kaçmanın sanatçısıdır.
Sanatçı özgür olmak isterken toplumdan kopmak, topluma yabancılaşmak gibi dramatik bir yolu seçer çoğu zaman.
Bunun altında “toplumdan kopan sanatçı ancak özgür ve bağımsız bir şey çıkarabilir” söylemi vardır.
Bu kadar lafa ne gerek var diyebilirsiniz.
Ortaokuldan bu yana bizlere öğretilen şey vardır ya, “sanat toplum için mi, sanat sanat için mi?” işte bu soru sanat üzerine bütün bu felsefik tartışmaların babasıdır.
Bu iki sacayaklı soru sanat, estetik ve toplumsal fayda tartışmalarının nirengi noktasını oluşturur.
Bazıları için sanat sanat için yapıldığında toplumun değerleri göz ardı edilerek yapılmalıdır gibi bir algı vardır.
Toplumun değerlerine karşı savaş açan sanatçılar tırnak içinde “büyük” sanatçı olurlar.
Çoğu için gerçek sanat eserleri üretenler de bunlardır aslında.
Peki “sanat toplum için yapılmalıdır” diyenler ne alemdedir?
Bunlar da toplumla uyumlu eserlerin ortaya konulması gerektiği savıyla hareket ederler.
Ancak bu da toplumun genelinin niteliksiz eserlere layık olduğu gibi bir kanaat doğurmaktadır ki, bu düşüncedekiler genelde ürettikleri eserlerde “estetik” kaygıdan ziyade, “Popüler” olana dönük bir tarz benimserler.
Bir anlamda çoğunluğun değerlerini gözetmeyen eserler, halkına yabancı “yüksek profilli” eserler olarak sunulurken, çoğunluğun değerlerine uyumlu eserlerse daha ziyade “düşük profilli” eserler olarak sunulmaktadır.
Bu ikilemin çözülmesi gerçekten çok zordur aslında.
Toplumun geneline hitap etmek mi, toplumun bir kısmına hitap etmek mi?
Topluma inmek mi, toplumu yukarıya çekmek mi?
Bu sorular sosyolojinin de estetiğin de en önemli çıkmazlarından biridir.
Özgür ve bağımsız sanat üretme gayesi genellikle çoğunluğun ve geleneksel sınıfların karşısında olmak gibi bir talihsizlikle karşı karşıyadır.
Sanatı sanat için yaptıklarını söyleyenler yaptıklarıyla ortaya koyduklarıyla bağımsız bir bir şey ortaya koyarken, yüksek bir sanat ürünü meydana getirmenin, toplumun değerleriyle çelişmek, toplumla kavgalı olmak gibi bir riski içinde barındırdıklarını bilmelerine rağmen bunu yaparlar.
Sanatı toplum için ürettiğini söyleyenler de estetik kaygının yakınından uzağından geçmeyen eserlerle halkın beğenisinin bir anlamda aşağılanmasına yol açan eserlerin altına imza atarak toplumun çoğunluğunun “estetik”ten anlamadığı bir kanaatin oluşmasından hiç mi hiç gocunmazlar.