Şakir Tuncay Uyaroğlu
NEÜ, Ahmet Keleşoğlu Eğitim Fakültesinden Edebî Esintiler…
Saygı değer okuyucularım, bugün köşemde bir zamanlar Üniversitemiz bünyesinde bulunan, altı yıldır da Necmettin Erbakan Üniversitesi çatısı altında faaliyetlerini sürdüren Ahmet Keleşoğlu Eğitim Fakültesinden kalemi güçlü dört öğrencimi misafir ediyorum. Yazılarına yer verdiğim öğrencilerim, çoktan mezun oldular ve öğretmenlik vazifelerine başladılar bile.
Benim için her biri bir pırlanta kıymetinde olan değerli arkadaşlarım, sizlerle gurur duyuyorum. “Boynuz kulağı geçer.” sözünü bir kez daha teyit ettiniz. Yüreğinize sağlık… Ne mutlu bana ki, sizlerin hocası olma bahtiyarlığına eriştim.
Ayşe Acar / Sosyal Bilgiler Öğretmenliği
En Değerlim, Kıymetlim, Mahremim!
Özgürlüğümün simgesi, ifadelerimin tecellisi, beni bana anlatan, kendimi hissetmemi sağlayan sevgili.
Bir bakıyorum ibadetimsin, bir bakıyorum vatanımsın, sıcaklığıyla beni sarmaktan hiç bıkmayan anam, varlığıyla bana huzuru en derinden yaşatan babam.
Sözcükler oluyorsun dilimde, sonra büyüyor ifadelerim, seninle zenginleşen büyüyen dünyam, engel tanımaz bir çağlayan oluyor. Sakinleşiyorum, yine seninle yatağını bulan su misali. Hırçın da olsam, sakin de olsam yuvamdayım.
Sen bana bu kadar adamışken kendini, sana ihanet edebilme düşüncesi nasıl sarabilir beni? Sen bana bu kadar sadık kalabiliyorken, bunun karşılığında sevdalı bir yürek adıyorum elbet sana.
Yunus’un sazı oluyorum bazen; o berrak, saf hâlimle yine sana geliyorum. Gözyaşı oluyorum sustuğum yerde, o anlatıyor her şeyi. Arındırıyorsun beni, bütün boyun eğmişlik hâllerimden, ben varım diyorsun, hiç kimse yoksa bile ben!
Senden başkasını hissedersem ben, kemdim olur muyum acaba? Senin zenginliklerin dururken, gidebilir miyim sefalet dünyasına? Başkalaşmaz mıyım o zaman?
Ben Türk’sem, dilim Türkçe!
Tuğba Karaçam / Fizik Öğretmenliği
Eşsiz Değer
Gözlerimize inen perde misali kıymetini görmeyip yok oluşa sürüklenmek, Türkçeyi unutmak... Uğruna korkusuzca verilen onca canı hiçe saymak, bir çırpıda silmek yazılmış destanı.
Görmezden gelmek ateş düşen ocakları, ağıt yakan anaları, koparılan feryatları... Türkçe... Yaşanılası en büyük dil... Yaşaması için en çok sebebi olup da, adına ebedîliğin yakıştığı paha biçilemez değer...
Şüphesiz ki, tarihimiz hepimizi onurlandıracak kadar şanlı, tarihlere örnek olacak kadar kalıcılığı hak eden ve sayfalara ağır gelen bir geçmiş. Bundan dolayı Türkçe gibi yüce bir dile lâyık bilmiş gönlünü.
Bin bir hayat savaşının verildiği, sevinçlerin paylaşıldığı, coşkuların kol gezdiği, kısacası milyonlarca gönlün farklı farklı duygularla örüp giyinmemiz için önümüze sunduğu dildir bizlere emanet Türkçe.
Bir dil ki; konuşulası, yaşatılası, sahip çıkılası...
Geçmişin emaneti deyip ileri nesillere aktarmayı üzerimize vazife bildiğimiz bu yüce lisanı ne kadar koruyabildik? Nasıl almıştık, nasıl bırakıyoruz başka avuçlara?
Bunlar, elbette görmezden gelemeyeceğimiz sorular. Belki de, cevabı “keşke”lerle dolu olan sorular.
Ben geleceğe bu eşsiz değeri götürecek olan zincirin bir halkası olarak attığım her adımda, aldığım her nefeste görüyorum onun değerini ve değerinin göz ardı edilemez olduğuna inanıyorum.
Mücadele kokan, tarih kokan, emek kokan geçmiş, yerinde rahat uyusun istiyorum. Çünkü söz konusu olan Türkçe.
Değmeli alından boncuk boncuk inen tere, gözden damla damla akan yaşa, oluk oluk akan kana. Değmeli her şeye. Ağıtlar, türküler, deyişler söylenecek ne varsa kendisini en iyi yerinde bulmalı. Türkçe kokmalı...
İşte bu yüzden Türkçe yaşamalı, yaşatılmalı...
Eskimemeli, kaybolmamalı. Zamana yenik düşmemeli.
Tam tersine yıllandıkça tat bulmalı dillerde...
Fahriye Ela Yavuz / Kimya Öğretmenliği
Uyan Artık Türkiye!
Dün gece neler gördüm rüyamda bilemezsiniz. Uzun boylu sarışın bir adam İstanbul’un sokaklarında yürüyordu. Elinde de küçük bir kâğıda yazılmış bir adres vardı. Yanından geçenlere sormak için yaklaştı. Fakat kimse oralı olmuyordu ki.
Nihayet genç bir çocuk “Hi bey amca” dedi. “Hi” de neyin nesi diye düşündü uzun boylu adam. Öyle böyle dinledi adresi derken, çocuk bye sözcüğü ile onu uğurlamasın mı?
Hiç anlam veremedi sarışın mavi gözlü adam. Yürümeye devam etti. Derken bir park gördü karşıda. Ne kadar da güzel düzenlenmişti her yer. Oturmaya karar verdi; oturmasaydım daha iyi diye düşünecekti adam daha sonra.
Yanındaki iki kızın konuşmalarına kulak kabarttı bir ara. Kızlardan biri: “Kızım kıl oldum ben o çocuğa. Artık free takılmaya karar verdim. Olmazsa chat yapar oradan biriyle tanışırım, cepten konuşuruz.” diye anlatıyor, anlatıyordu.
Daha bununla da bitmiyordu. Bir yandan da “Ya gel bana sahici sahici ya da anca gidersin.” diye bir şarkı çalıyordu. Hiç anlam veremedi sarışın adam. Neydi duydukları? Hiçbirini anlamamıştı.
Çok üzüldü milletinin bu hâline. Beni üzecek başka bir şeyle karşılaşmayacağım derken, duvardaki kocaman part time iş bulunur yazısına gözü ilişti. Ağlamamak için zor tuttu kendisini.
Anlamıştı ki, o gittiğinden beri insanlar hayretlerini “woaww”, sevinçlerini “süper” sözleriyle anlatır olmuştu. Kalbi sıkışır gibi oldu. Yere yığıldı sarışın mavi gözlü adam.
Tutup, “Dora Hospıtal” diye bir yere götürdüler onu. “Hospital mı” diye düşündü adam. Burasının da ne olduğunu, beyaz önlüklü insanları görünce anlamıştı. Bir odaya aldılar mavi gözlü adamı. Yanındaki çocuğun diğer hastaya “Manitamı nasıl tavladım ama…” diye söylediğini duyunca iyice yıkıldı.
Hiç böyle hayal etmemişti kara tahtaya ilk harfi yazarken ve öğretirken. Aklından bile geçmemişti bugün duydukları ve gördükleri.
Bir hışımla uyandım uykumdan. Ter içinde kalmıştım. Gerçek miydi gördüklerim, yoksa rüya mı? Yok, yok gerçekti hepsi, Türkiye’nin acı gerçekleriydi. Oysa, Atatürk’ün duydukları günlük hayatımıza sıkıştırdığımız kelimelerin sadece birkaçıydı.
Utanmalıydık kendimizden. Başka milletler sömürdükleri yerlere kendi dillerini koyarken, bizler başka milletler zorlamadan kendimiz alıyorduk onların dillerini.
Dilimizi koruyalım demek, dilimizi fanusa kapatıp korumak değildi, sadece önüne gelenin onu delik deşik etmesine izin vermemekti. Dünyayı değiştiremeyiz belki, ama ilk önce kendimizi değiştirerek bir kişiyi kurtarabiliriz. Güzel Türkçemizin, peri bacaları gibi rüzgârla aşınıp yok olmaması dileğimle...
Derya Karademir / Sosyal Bilgiler Öğretmenliği
Her Şeyde Biraz Türkiye…
Bir sevda masalıdır bizimki, siyah ile beyazın bütünleştiği, iyi ile kötünün, güzel ile çirkinin karıştığı, nefes alıp verdiği zıtlıkların aşkıdır Türkçe.
Her şey Türkçe ile güzel… Sarıyla lâcivertin, siyahla beyazın, bordoyla mavinin, sarıyla kırmızının ve yeşille beyazın tezahüratlar arasındaki coşkusudur; dizilir kelimeler bir bir, uygun adımlarla, marşlarla, bir iki üçlerle…
İsimler, fiiller, zarflar, edatlar, bağlaçlar… Hepsi farklı, hepsi ayrı yolun yolcusu. Yollar kesiştiğinde çıkar kokusu. Muazzam Türkçenin eşsiz bakışları, Türkçe, aşk bize, sevda bize, maşuk bize…
Çok sevmektir Türkçe. Deli gibi sevmektir. Sevip de kavuşamayan iki sevgilinin aşkı değildir. Siz hele bir sevin, tutunun ona, Türkçenin kölesi olursunuz sonra. Çok şey istemez sizden, sadece “Sevin beni.” der.
Sevildikçe büyüyelim seninle. Su gibi aziz, ekmek gibi mübarek Türkçe!
Acıktığımızda, mutfaktaki masada öylece duran yemektir Türkçe. Susadığımızda, dudaklarımızdan dökülen bir bardak sudur Türkçe. Türkçe her şeydir; kandır, vatandır, candır, anadır, namustur.
Seni seviyorum demek varken, “I love you.” gibi patenti bize ait olmayan cümleyi kullanmak da ne oluyor? Elbette saçmalık oluyor, özenti oluyor, süs oluyor!
Türkçe; bayramlıklarımızı yastığımızın altına koyup, sabahlara kadar sevinçten uyuyamayan çocukluğumuzun aşkıdır.
Türkçe bize gece, Türkçe bize gündüz. Kaprisleri yoktur, sevdamın üzüntüsünü gömer kalbine. Kelimeleri azalsa bile, belli ettirmez yüreklere. Çünkü sevdası fark edilsin ister; emek ister, vefa ister, kucak ister.
Tek bir kelimen azalsa, kaybolsa; yüreklere kar gibi düşer matem olur, cenaze olur, ölüm olur. Ah Türkçem! Ne büyük sevdasın sen… Ah, bir konuşsam, dökülse dudaklarımdan sevdam! Ah, ben de… Dökülse ne diyeceğim ki ben, nasıl anlatacağım seni? Ferhat Şirin’ini anlatabildi mi ki?
Konuşmaya başlasam ben; Belediye durağından kampüse giden tramvay arızalanmaz mı, düdüklü tencere bozulmaz mı, Alâaddin Tepesi’nin gül satan çocukları kavgaya tutuşmaz mı, dünya durmaz mı?
Kalbimin en derin yerlerindeki, en sevilesi, en öpülesi, sevgi dolu Türkçem, sen olmasan ne yaparım ben? İyi ki varsın güzel Türkçem… Her şeyinle bizimsin sen…