Prof. Dr. Ali Akpınar
Önce işi yapmak, ardından kitabına uydurmak
Biz Müslümanların yaptığı yanlışlardan biri de şudur: Bir işi önce yapmak, ardından onun dindeki yerini bulmak, Kitap yahut Sünnette o işin meşruluğunu bulmaya çalışmaktır. Bunun sonucunda çoğu zaman zorlama tevillerle, yapılan işe meşruiyet kazandırmaya çalışılır. Bu Kur’ân ve Sünnete söyletmenin bir başka yöntemidir. Halbuki yapılması gereken önce tasarlanan işin, Kitap ve Sünnete göre hükmünü araştırmak, önce dinden o iş için onay almak sonra o işi yapmaktır.
Burada zikredilmesi gereken bir husus da şudur: Peygamberler, Yüce Allah’ın koruması altında oldukları için masumdurlar, onlardan başka herkes günah işleyebilir. Son peygamber gelmiş ve dünyadan ayrılmış olduğuna göre, bugün dünya üzerinde hiç kimse masum değildir. Dolayısıyla hiç kimseye masumiyet zırhı giydirmeye kalkmamak lazımdır.
Bu hatırlatmalardan sonra bir Kur’ânî kavram olan mübâhele ve liân/mülayene kavramlarını açıklamaya çalışalım.
Hicretin 10. yılında Peygamberimiz Necran Hıristiyanlarına davet mektubu yazmış, bu mektup üzere onlardan altmış kişilik bir heyet Medine’ye gelmiş ve peygamberimizle görüşüp tartışmıştır. Peygamberimiz, mescidde onların ayin yapmalarına izin verdi. Onları İslam’a davet etti, onlar biz zaten müslümanız dediler. Peygamberimiz, hayır siz Müslüman değilsiniz, Sizin Allah'a oğul isnad etmeniz, haça tapmanız, domuz eti yemeniz, içki içmeniz sizi İslam olmaktan alıkoymuştur, buyurdu. Buna rağmen onlar sözü uzatıyorlar, Hz. İsa’nın Allah olduğunu iddia edip duruyorlardı. Onlar hakkında Alu Imran suresinin 1-64. Ayetleri indi. Bu ayetlerden biri de şöyle idi: Artık sana bu ilim geldikten sonra, kim onun hakkında seninle çekişirse, de ki: Geliniz! Oğullarımızı ve oğullarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı, nefislerimizi ve nefislerinizi koyup toplanalım. Sonra da, hepimiz bir arada olarak dua ve niyaz edelim de, Allah'ın lanetini yalancıların üstüne okuyalım!
Bu teklif karşısında onlar bir gece düşündüler ve mübâhaleye yanaşmayıp peygamberimize cizye vermeyi kabul ettiler ve anlaşma imzalayıp gittiler. Peygamberimiz onlara Ümmetin Emini Ebû Ubeyde b. Cerrah’ı yönetici olarak görevlendirdi.
Peygamberimiz bu olayın ardından şöyle buyurdu: Varlığım Kudret Elinde bulunan Allah'a yemin ederim ki; Necran halkı üzerine azap yaklaşmış bulunuyordu! Eğer benimle lânetleşmeye girişseydiler, maymun ve domuzlara çevrilecekler, vadi onların üzerine ateş kesilecek, Yüce Allah Necran'ın ve halkının ağaç üzerindeki kuşlara varıncaya kadar köklerini kazıyacak, bir yıla varmadan Hıristiyanlar helak edileceklerdi! (Bkz.M. Asım Köksal, İslam Tarihi, Köksal Yayıncılık: VIII, 90-118.)
Bu olayda şu mesajlar öne çıkmaktadır:
Kur’ân, konuşmanın bir fayda sağlamayacağı çarelerin tükendiği, sözün bittiği, bir anda bir grup gayr-i Müslime/Hıristiyana mübâhele/lanetleşme çağrısında bulunmuş, ancak onlar buna cesaret edemedikleri için mübahele yapılmamıştır.
Mübâhele ancak iki grup arasında yapılabilir, tek taraflı olmaz.
Mübâhele yapıldıktan sonra iki grup yollarını ayırmış olmaktadırlar. Artık yapılan lanetleşmenin ardından İlahî hükmün gelmesi beklenir, tarafların bir daha artık bir araya gelmeleri sözkonusu olamaz.
Mübâhele, yalnızca Müslüman olmayanlarla yapılabilir, iki Müslüman cemaatin birbirleriyle lanetleşmesi caiz değildir.
Kur’ân, Müslümanların birbirlerine beddua etmelerini şiddetle yasaklar. Müslümanlar birbirlerine tebbet suresi okuyamazlar. Zira tebbet suresi de azılı İslam düşmanı Ebu Lehep ve karısı hakkında inmiştir. Yüce Yaratıcı, ezelî ilmiyle onların Müslüman olmayacağını bildiği için, peygamberine ve beraberindeki Müslümanlara teselli olsun, müşrikler için de bir ültimatom olsun diye bu sureyi indirmiştir.
İslam, Müslümanları bir ailenin bireyleri olarak görür, onlardan birine yapılan bedduayı, hor hakir görmeyi, hepsine yapılmış olarak algılar. Ayette, insan hayra dua eder gibi şerre dua eder (17 İsra 11) denilerek beddua yasaklanmıştır. Başka bir ayette de kendinizi hor hakir görmeyin (9 Hucurat 11) denilerek, müminin mümin kardeşini hor hakir görmesinin aslında kendisini hor hakir görmekten farkı olmadığına dikkat çekilmiştir.
Karşılıklı lanetleşme demek olan Liân yahut mülâyene, karısını zina yaparken gören fakat bunu dört şahitle ispat edemeyen kocanın, mahkeme huzurunda karısıyla karşılıklı lanetleşmesidir. Dört kere erkek, dört kere de kadın kendilerinin doğru, karşı tarafın yalancı olduğuna yemin eder, beşincisinde ise yalancıların Allah’ın lanetine uğramasını dilerler. Bunun sonucu koca, iftira atma cezasından kurtulur ve mahkeme kararıyla boşanmış olurlar. Kadın kocasının zina ettiğini iddia etse, liân yapılmaz. Dikkat edilirse liân, yalnızca karı koca arasında, yuvanın devamının imkansız olduğu ve yolların ayrıldığı bir anda başvurulan lanetleşmedir. Zira liândan sonra kadın erkek birbirine ebediyen haram olurlar. (Bkz. DİA, Liân md)
Peygamberimiz Müslümanlara lanet ve beddua okumayı yasaklamış, mümine lanet etmenin onu öldürmekle eşdeğer olduğunu beyan etmiş, kendisinden bazı kişi yahut kabilelere lanet etmesi istendiğinde bunu reddetmiştir. (Bkz. Buharî, Edeb 44; Ebû Davûd, Edeb 45; Müslim, Birr 87) O, ne kendisine ve müminlere en ağır işkenceleri yapan, kendisine savaş açan Mekkelilere, ne kendisini taşlayan Taiflilere, Medine’de kendisine pek çok cefa çektiren münafık ve yahudilere asla beddua etmemiştir. Onun, Bir-i Maûne ve Recî vakalarında pusuya düşürülerek şehid edilen, yetişmiş Kur’ân hafızının ardından, onları şehid edenlere namazda beddua ettiği nadir vakalardan biridir.