Prof. Dr. Ramazan Altıntaş
Rüzgârı Arkasına Alanlar
Bireylerin hayatında olduğu gibi toplumların hayatında da kimi zamanlar, bir iç sıkıntısı, daralma ve kriz anlamında kabz hali, daha sonra da krizin atlatılarak nefsin rahatladığı ve neşeye boğulduğu bast hali yaşanır. Bir başka ifadeyle, her zorluktan (usr) sonra bir kolaylık (yüsr) gelir. Bu iki hâlin teolojik, psikolojik ve sosyolojik değişik sebepleri tartışılabilir.
Birey ve toplumların hayatında ortaya çıkan krizler eğer iyi yönetilirse, bütün zamanlar için kötü sonuçlar doğurmaz, hatta nice hayırlara, güzelliklere ve çıkışlara kapı açar. Hepsinden de önemli, büyük kurtarıcıların ortaya çıkmasını tetikler. Jeolojik bir olay olan depremler de öyle değil midir? Büyük yıkımlar getirir ama yeni su ve enerji kaynaklarının ortaya çıkmasını da sağlar.
Kendisine, geçirdiği düşünce krizi neticesinde “el-Munkızu mine’d-Dâlâl/Krizden Kurtuluş” adlı entelektüel serüvenini konu edinen öyküsünü yazdıran ünlü İslam bilgini Gazâlî’nin dediği gibi, ‘kötülükler kılık değiştirmiş iyiliklerdir.” Önemli olan Anadolu erenlerinden Yunus Emre’nin dizelerinde de vurguladığı gibi, en zor zamanlarda bile, düşünce transferleri yöntemiyle iç coşkuyu yeniden sağlayarak ve hiç kaybetmeden ‘acıları bal eylemek’ gerçek aşk ve irfan ehlinin işidir. Aşk ehline göre ancak acılar ve ıstıraplar, “gökten bela kar gibi yağsa ânın adına aşk denir” diyen Müzekkin Nüfus sahibi eserin yazarı Eşrefoğlu Rûmî’nin gönül felsefesiyle aşılabilir. Tarihsel süreçte yüreklerinde bu tatlı bahar havasını hep yaşatanlar, sonuçta, rüzgârı arkasına hep alanlar olmuştur.
Bilindiği gibi, hicrî VII. ve/miladi XIII. yüzyıl, İslam Dünyasının yakılıp yıkıldığı, talan edildiği bir dönemdir. Öyle ki, ümitsizliğin, kötümserliğin, hatta İslam’ın –bir inanç sistemi, bir kültür ve medeniyet olarak- geleceğine şüphe ve endişe ile bakmanın oldukça yaygın olduğu tarihsel bir kesittir. Ama bu kriz dönemi, Mevlânâ gibi bir büyük şahsiyetin birleştirici ve bütünleştirici mesajlarıyla ortaya çıkmasını getirmiştir. Eğer Belh mıntıkasında siyasî irade ile çatışma olmasaydı ya da Moğol saldırısı tehlikesi baş göstermeseydi acaba Belh’te kalacak olan Celâleddîn, Mevlânâ olur muydu? Her halde, tebdil-i mekânda rahmet vardır, sözü bu tür köklü değişimlere işaret eder.
O’nun yaşadığı miladi XIII. yüzyıl Konya merkezli Anadolu coğrafyası dâru’s-selâm/barış yurdu olmuştur. İşte yüksek irfan, kendisini anlayanların olduğu böyle bir atmosfere akmış ve meyletmiştir. Kervanlar hep böyle yerlere göçer. Tarihin garip cilvesidir ki, Endülüs’te tutunamayan, uzun süre Afrika çöllerinde dolaşan, hatta sû-i ulemâ’nın kıskançlık temelleri üzerine oturmuş fetvalarıyla Mısır’da zehirlenmekten son anda kurtulan, manevî bir işaretle Konya’ya yönelen Fusûsu’l-Hikem sahibi Muhyiddin-i Arabî’yi bu topraklara çeken işte bu barış atmosferidir.
Yunus Emre aynı dönemin gönül tellerini akort eden bir irfan deryası değil midir?
Bir manevi yönlendirme ile rotasını Mekke’den Anadolu’ya çeviren Evhadüddîn Kirmanî aynı entelektüel dünyanın bir insan-i kâmili değil midir? Buna Horasan’dan aldığı bir işaretle Anadolu’ya yürüyen Hacı Bektaş-ı Velî’yi de eklemek mümkündür. Bu zatların soluduğu bir dünyada ancak fırtınalar dinebilir. Hiç, zorlama ile insanlar bir şahsı gönüllerinde yaşatabilirler mi, sevebilirler mi? Zorla güzellik olur mu? İşte yukarıda isimlerini saydığımız ve sayamadığımız nice yol gösterici büyük mürşitler bugün hâlâ insanlığa yol göstermeye devam ediyorlarsa, bunun sebebini onların inanç dünyalarındaki bereketlilikte ve maneviyatlarının çekim gücünde aramalıyız.
İrfan dünyamızın ünlü yıldızı Mevlânâ, “biz fasletmeye/ayırmaya değil, vasletmeye/birleştirmeye geldik,” demektedir. Hz. Mevlânâ ve onun gibilerin düşüncelerini evrensel kılan mesaj bu olsa gerekir. Eğer insanlar, aynı gönlü paylaşmıyorlarsa, aynı dili konuşsalar da onlar, asla vasletme/birleştirme yanlısı olamazlar. Çünkü onların dili ayrımcıdır, birleştirici değil. Önce, içte, gönülde birlik olmalıdır. Bu birliktelik, dolaylı olarak zaten dıştaki, kalıpların, bedenlerin birlikteliğini beraberinde getirecektir. Kendi içinde ikilikler ve zıtlıklar yaşayan insanların dış dünyada birlik pozları sahtedir, sun’idir, yapmacıktır. Manada birlik olmazsa, surette birlik olmaz. Mana ve surette birliğin ilacı; dindir, maneviyattır, ahlaktır, metafizik gerçekliktir.
Kısacası, dinle barışmayı ve birbirimize katlanmayı öğrenmeliyiz. Bizler yeni Müslüman olmuyoruz. Anadolu topraklarında bu din, bin yıldır yaşamaktadır ve kıyamete kadar da yaşayacaktır. Hiç kimse, ama hiç kimse bu topraklarda ne dininden, ne tarihinden ve ne de insanlığın ortak değerlerinden vazgeçmeye niyetli filan değildir. Şunu iyi bilelim ki, Hz. Mevlânâ, Sadreddin-i Konevî, Yunus Emre, Hacı Bektaş-ı Velî, Evhadüddîn Kirmanî, Muhyiddin-i Arabî vb. âriflerin nefesi, Anadolu birliğinin kökleridir. Birliğimizin, dirliğimizin ve geniş ufuklu yaşamanın yegâne çaresi, köklere dönüp, yeniden bu köklerimizi üretmekten geçmektedir.