Sami Tokgöz

Sami Tokgöz

Okul yıllarında ülkücülerin reisi, daha sonra “hayatımdaki iki faktörün birincisi” dediği Mehmet Zait Kotku ile tanışarak ona tabii olan, ilerleyen yıllarda HAKYOL Vakfı’nın kurucularından NOYA Şirketler Grubunun Yön. Kur. Bşk...

Konya’nın meşhur ve meçhul yüzleri – 103

 

Sami TOKGÖZ

 

Hazırlayan: Uğur ÖZTEKE

 

Bu haftaki konuğumuz Sayın Sami Tokgöz, başta düşüncesi ve manevi hayata bakışı iş dünyasındaki konumunun yanı sıra özellikle sanata, hat sanatına bakışı ile ülkemizde parmakla gösterilebilecek kadar tanınan, bu alanda dünyada bile bilinen sayılı bir isim.

 

ULAŞ BABA TÜRBESİ’NİN KARŞISINDAKİ MÜTEVAZI EVDE DÜNYAYA AÇILAN GÖZLER   

Sami Tokgöz 10 Mart 1957 günü bugünkü Numune Hastanesi’nin arkasında bulunan Ulaş Baba Türbesi’nin tam karşısındaki evde dünyaya gelir.. Minik Sami dünyaya gelişi ile baba İsmail ve anne Hacer hanıma ve ailesine o gün tarifi zor ifade edilen bir heyecan ve mutluluk yaşatır. Aile 1960 yılına kadar bu evde kirada oturur

 

DEDE GÜVEÇLİ ŞEMSETTİN AĞA O YILLARDA KONYA’NIN EN TANINMIŞ TÜCCAR VE ESNAFLARINDANDIR

Sami Tokgöz’ün hayata gelişi ve babasından ailesinden söz etmeden önce biraz daha geriye gitmek gerektiğine inanıyor ve burada Dede Şemsettin Tokgöz’den bahsetmek istiyorum. Dede Şemsettin Tokgöz o dönemler Konya’nın en tanınmış başarılı esnaf ve tüccarlarındandır. Besicilik ve çiftçiliğin yanı sıra o dönemlerde Konya’da bulunan bütün ünlü markaların ana bayisi imiş. Ve Konya’da “Güveçli Şemsettin Ağa” lakabı ile tanınmaktadır. Daha sonra da İstanbul Caddesi’ndeki bu Küçükarmağalar Şirketi’ni kurmuşlar. Mesela manifaturacıların orada 1955’te 300 dönüm yeri tam 300 bin lira para vererek satın almış. O zaman bu para o kadar büyük bir miktar imiş ki bu iş Konya’da çok büyük bir olay olmuş. Kimde bu kadar para var diye uzun süre konuşulmuş. Ayrıca İsmet Paşa İlkokulu’nun ilerisinde bulunan yıkama yağlama diye bilinen yer de Şemsettin Tokgöz’e aitmiş. Aynı şekilde servislerin bayisi imiş… Acenteciler Sitesi’nin olduğu yerde ziraat aletleri, biçerdöverlerin bayiliği de Şemsettin Ağa’nınmış. Ve beş çocuğu varmış…

 

ÇOCUKLUĞUMDA BENİ EN ÇOK ETKİLEYEN OLAY AİLECEK BAYRAMLARI SEVMEMEMİZDİR

İsterseniz bundan sonrasını bir süre konuğumuzun kendisinden dinleyelim: “Çocukluğumda en çok beni etkileyen olay ise benim ve annemlerin bayramları sevmememiz idi. Evet bu biraz garip değil mi? Ama biz gerçekten bayramlarda mutlu olmazdık. Peki, niye sevilmezdi bizim evde bayramlar? Çünkü babam ben daha üç yaşında iken bizi bırakmış ve İstanbul’a gitmiş. Onun için biz kardeşlerimiz ile birlikte bayramları sevmez hatta aksine bayramlarda mutlu olmazdık. Herkesin eğlendiği coştuğu bayramlarda bizde garip bir burukluk olurdu.

 

HAYVANLARIN SAĞILMASINI İLGİ İLE İZLERDİM

Bir de o zamanlar da bilindiği gibi evlerin ahırları vardı. Orada küçükbaş büyükbaş hayvanlar beslenirdi. Mesela ben 5-6 yaşında idim, bu hayvanların nasıl doğurduğunu çok merak ediyordum ama biliyorsunuz o zamanlar bunlar çocuklara anlatılmaz ve gösterilmezdi. Ben çok merak ettiğim için bir komşumuzun ineğinin doğumunu seyrettim, çok ilgimi çekmişti. Her gün gider ona bakardım. Bir de o hayvanların sütlerinin sağılmasını filan ilgi ile izlerdim.

 

DEDEMİN ÇOK BÜYÜK AT ÇİFTLİĞİ VARDI

Babam ben çok küçükken bizi bıraktığı için mi nedendir bilmiyorum, yoksa hep dedemin yanında büyüdüğümüz için mi dedem benim hayatımda çok önemlidir. Dedem 102 yaşında vefat etti. O, benim hatırladığım kadarıyla atlarla çok ilgilendirdi, atlar dedemin özel ilgi alanı idi. Dedemin Çimento Fabrikası’nın orada büyük bir at çiftliği vardı koşu atları vardı. Onları yetiştirirdi. Her atın boyunu huyunu bilirdi. Mesela son dönemlerde dedemin gözleri artık iyi görmüyordu ama televizyonda atla ilgili bir mevzu olsa ya da böyle bir sohbet duysa görmese de o konuşulan atın bütün özelliklerini bilirdi. Daha sonra dedem vefat edince atlarla damadı ve yeğenleri ilgilenmeye başladı. Mesela -o da rahmetli oldu dedemden sonra- rahmetli Doktor Ahmet Cantekinler ilgilendi. Dedemin unutamadığı ve adı da Matara olan bir atı vardı. O at çok meşhur bir attı. Her yarışa girilirken bu at kazanamaz derlermiş ama o at son 100 metreye girildiği zaman bütün diğer atları geride bırakıp o girdiği yarışı kazanırmış.

Dedemin atlarla ilgili çok muhabbetlerini dinledim. Kısaca dedem attan çok iyi anlardı. Babam da Konya’dan ayrılıp amcamların yanına bu yüzden gitmiş zaten. Belki babamın gidişini ona bağladığım için mi bilmiyorum benim atlara karşı hiçbir ilgim olmadı aksine atlara karşı antipatim oldu diyebilirim. Babaannem bana hep nasihatte bulunurdu hatta vasiyet etti, “Oğlum sakın at peşinden gitme at ev yıkar yuva yıkar” derdi. Bannem de 98 yaşında vefat etti.

 

HACIVEYİSZADE EFENDİ’İN ELİNİ ÖPTÜĞÜM GÜN

Çocuktum,3 yaşında idim. Annemlerle teyzemlere gidiyorduk. Karşıdan bir zat geliyordu. Güzel, yakışıklı, başında bere mi takkemi ne olduğunu tam çıkartamıyorum; paltolu uzun sakallı bir zat. Annem hemen kenara çekildi ve bana “git elini öp” dedi. Meğer bu zat Hacıveyiszade Hoca Efendi imiş. Ben gittim elini öptüm. Hoca efendi de bana baktı hiç unutmuyorum “âlim ol, hafız ol, şeyh ol, ol şükür elhamdülillah” diye dua etti, başımı okşadı.

 

BİZİM MAHALLEDE SİLLELİLER VARDI

Bizim mahallenin bulunduğu yerde genellikle iki katlı evler vardı ve bizim orada genelde Silleliler otururdu. Silleliler çok iyi komşulardı. Herkes kendi işiyle gücüyle meşgul olurdu. Hangi komşunun hastası var, ne sıkıntısı var; iyi mi kötü mü herkes birbirinden haberdar olurdu. Bu arada mahallede otoriteler vardı. Mahallede hanımların çekindiği inandığı kadınlar vardı. Bunlar genelde kocaları erken yaşta vefat etmiş, yaşını başını almış, örnek, sözü dinlenen teyzelerdi. Bunlar genelde bir yavruları ile genç yaşta hayta kalmış ama yaşıtları ile herkese örnek olmuş teyzelerdi. Mesela bunlardan birisi erişteci Silleli Ayşe aba idi. Mertti yeri geldiği zaman sertti sözü dilenirdi. Mahalle kadınları bu Ayşe abadan çekinirlerdi. Konuşmaları ile onları etkilerdi. Yine herkesin bildiği Boşnak Hatçe aba vardı. Kocası Ömer amca… Yine o dönemde Silleli meczup İsmail vardı. Ama o yerine göre çok akıllı ve sakin birisi idi. Çok farklı bir insandı. Silleliler genelde böyle çok tutucu, elleri sıkı diye bilinirler ama bu bana göre yanlıştı. Onların aslında çok cömert yönleri vardır. Onlar tutumlu idiler ama çok cömerttiler. İktisada riayet ederlerdi. Mesela sonbahar geldi mi mahallede pekmezler kaynatılmaya başlanırdı. Ve bu pekmezler kaynatılırken bütün mahallenin çocuklarına köpükler ikram edilirdi. O pekmez mahallede sokakta türüm türüm kokardı. Yine o dönemlerde düğünler nişanlar olurdu. Silleli hanımların kendilerine özgü örtü ve şalvarları vardı. Başlarında yine kendilerine özgü fesleri olurdu. Bu hanımlar böyle yol giderken biz çocuklar yanlarına gelir ve abla ne olur yüzünü bir göster derdik. Onların başlarında gitmekte olan anneleri veya ablaları gelin bakalım şöyle yolun kenarına der onlar da yolun kenarına çekilirler, kızların yüzünü gösterirler ve Allah sana da böyle güzel hanımlar versin diye dua ederlerdi. Erkeler ise çok çalışkandılar. El işçiliği yaparlardı sabah namazı ile birlikte evden çıkarlar, bağa bahçeye dükkâna yani o gün için işleri ne ise ona giderlerdi. O zaman şartlar gerçekten çok ağırdı. Mesela o günlerde Konya’nın ilk çiçekçisi Silleli bir aile idi. Onların da tek katlı bir evleri vardı. Nalbant Ahmet Ağa. Mesela bisiklet ve motor tamircisi Odacı Ahmet Ağa vardı, Silleli Battal Ağa vardı; çok kilolu idi. Motora oturduğu zaman altında motor kaybolurdu. Bir arieli ve javası vardı. Onun da kendine has bir ekip arkadaşları vardı.

 

CUMHURİYET İLKOKULU GÜNLERİ

Cumhuriyet İlkokulu’na gittim. Şimdiki Ayşegül Nesrin İlköğretim Okulu’nun olduğu yerde idi. İlk öğretmenim Ramazan Yontar idi. Daha sonra 2. sınıftan 5. sınıfa kadar bizi Zehra Işın Özgüneş hoca okuttu. Bu hoca da çok hoşumuza giderdi, çok iyi bir eğitimci idi. Mesela ilkokulda Abidin Bıçakcı, Mehmet Koçak, Mehmet Yatağanlı, Ömer Ali Selek bizim grup arkadaşlarımızdı. Bizim o dönemlerde hiç kız arkadaşımız olmadı, daha doğrusu biz erkeklerin kız arkadaşları olmazdı. Mesela o zamanlar bir hafta gitmez isek öbür haftaya mutlaka sinemaya giderdik, ilkokul üçüncü sınıftan itibaren hep sinemaya gittik. O zamanlar hep Amerikan kovboy filmleri gelirdi. Şahin ve Ferah sinemaları vardı.

 

KEMALETTİN TUĞCU’NUN ZOR YILLAR KİTABI

Bir de ben ilkokuldan itibaren çok kitap okumaya başladım. Kitap okumaktan çok büyük zevk alıyordum. Mesela derste kitaplıktan herkes bir kitap alır, ders bitinceye kadar okur ve gerisin geri sınıfın kitaplığına teslim edilirdi. Bir gün derste Kemalettin Tuğcu’nun  “Zor yıllar” kitabı gelmişti ders zili çalınca gerisin geri götürüp teslim edildi. Ama kitap çok hoşuma gittiği için cebimdeki harçlığım ile gidip o kitabı aldım ve okudum. Ertesi gün derste bir arkadaş okurken ben hep böyle konuları bildiğim için kafamı sallıyormuşum öğretmenimiz sen bunu biliyor musun deyince ben de evet dedim ve bu kitabı alıp okuduğumu söyledim. İşte kitap okuma işi o oldu ondan sonra durmadan okumaya başladım. Üniversiteyi bitirdiğim zaman bile çok kitap okuyordum ama artık eskisi gibi değil ayda bir iki kitap ancak okuyoruz. Eskiden yatmadan mutlaka 50-60 sayfa kitap okurdum.

 

NİŞANTAŞI MAHALLESİ GÜMLERİ

İlkokul son sınıfa geldiğimiz zaman Nalçacı’da  Selçukoğlu Camii’nin orada tek katlı bir ev aldık ve oraya taşındık. Nişantaşı Mahallesi’nin olduğu yere. Burada oturan insanlar Konya’nın yerlisi değillerdi; Kızılörenli, Başarakavaklı ve çeşitli köylerden gelen ailelerdi. Onların havası (yaşamı) ile eski geldiğimiz mahallenin havası çok farklı idi. Üniversiteyi bitirinceye kadar bu evde oturduk. Ama bu insanlar da çok iyi insanlardı. Sillelilerin nezaketlerine karşılık bunlar biraz daha sert idiler. Kendilerinde dağ bölgesinin realistliği vardı. Ama bunun yanında hiç birini ayırmadan söyleyebilirim, çok dürüst insanlardı. Çok dost canlısıydılar. Dostlukları gerçekten sağlam ve çok iyi idi. Hasletleri ölümsüzdü. Bize karşı çok iyi idiler. İpsiz sapsızı bile, gecenin bir yarısı komşunun ya da birisinin kapısını açık görse açık kalmış diye kafasını içeriye uzatmaz, aksine kapıyı çekip kapatırdı. Kimse kimseyi rencide etmezdi. Namusuna ırzına bakmazdı. O zamanlar ben de 23-24 yaşlarında idim. Aynı zamanda dindar insanlardı... Gelirleri köyden gelenle sınırlıydı. Hepsi cami cemaatine dâhildi. Gençler genelde boş zamanlarda top oynarlardı, bir grup ise kahvehanelere giderdi. Ben hiç kahveye gitmedim.  Bizim ayrı bir arkadaş grubumuz vardı

 

KARMA ORTAOKULU’NA KAYIT YAPTIRDIK AMA

Karma Ortaokulu’na gittik Ama o zaman okul dolu olduğu için bizi Atatürk Kız Lisesi’ne gönderdiler. Biz sabahçı isek kızlar öğlenci oluyor biz öğlenci olursak kızlar sabahçı oluyordu. Böyle ayrı ayrı devrelerde okula gittik. Bizim için ayrı bir sınıf açılmıştı. 1969-1970’li yıllarda  Kadir Eren matematik öğretmenimiz idi. Hanımı Nursel Eren de öğretmendi. Kadir Eren çok iyi bir matematikçi idi ama çok sertti. Orta birde bütünlemeye kaldım. Sınıfta kalacağım diye o zaman çok korktum. Bir de resim hocamız vardı, soyadı Özkan. O da bizimle aşırı ilgilendi. Ama bizden bir iş çıkmadı. Belki öğretim yapılıyordu ama eğitime vakit ayrılamadı. Bazı kabiliyetlerimiz daha iyi tetkik edilebilirdi. Mesela ortaokulda iken vali yardımcısının oğlu Ercüment Kösem vardı. Bu benim sıra arkadaşım idi. ÖRS makinenin bugünkü sahibi Öner Boysan bizim arkadaşımızdı.

 

İSLAMİ BİLGİYİ ORTAOKULDA DERBENTLİ MUSTAFA EFENDİDEN ALDIK

Ortaokulda İslami bilgiyi Derbentli Mustafa Efendi’den öğrendim, kendisini çok uzun süre dinleme fırsatını buldum. Çok güzel konuşurdu. Bir gün bir hutbesi sırasında cami dolusu insana döndü ve dedi ki “Bir camii dolusu cemaatim olacağına şu genç gibi 3-5 kişi olsun yeter.”

 

AMCAZADEMİZ OSMAN COŞAR’IN EŞİ YENGEMİZ ÇOK İYİ BİR İSLAMİ EĞİTİM SAHİBİYDİ

Annemin amcazadesi Osman Coşar’ın Kadınlar Pazarı’nda Belviranlı’nın dükkânın karşısında. Dükkanı vardı. Onun hanımı olan yengemiz oldukça iyi bir İslami eğitim almıştı. Osman amcanın eşleri çok eğitimli bir hanımefendi idi. Babası da Aksaraylı hoca diye bilinirdi. Yengemiz çok tatlı dilli, İslam’a karşı aşırı ilgisi olan insandı. Peygamber efendimizin ismi geçtiği zaman göz pınarından değil kalp pınarlarından yaş gelen bir hanım efendi idi. Beni de çok sever hep “bu çocuk benim çocuğum” derdi. Bazen ziyarete gittiğimiz zaman iki üç yengenlerde kalırdık. Onlarda kaldığımız akşamlarda peygamberler tarihini Osmanlıca kitabından açar okurdu. Ağlaya ağlaya bize anlatırdı. Geç vakitlere kadar bizler de okuduklarını can kulağı ile dinlerdik. Sonra biz onu gece yarısına kadar sessizce güzelce dinlediğimiz için kitabını kapatır “hadi bakalım şimdi dileyin benden ne dilersiniz” derdi. Hiç unutmuyorum bir gün herhalde benim de canım çekmiş “yenge bize helva  yap” deyivermiştim. O saatte kalktı, üşenmedi ve nefis bir helva yaptı. Ama bize bir de şöyle demişti “ben size helvayı yapayım siz de bu arada abdestinizi alın, hep birlikte namazımızı kılalım”. Sonra bana “hadi bakalım sen erkeksin öne geç” demişti. Oysa daha çocuktum. Yengemin Dertbentli hoca ile akrabalığı vardı. Fetvaya yönelik olarak kanaatlerini dahi bildirirdi. Şu anda 90 yaşında bugün bile yine kendi azmi ile okuyor okumaya çalışıyor.

 

ZAFER’İN ARKASINDAKİ TÜRBEDE KALIRDIK

Bir de şu andaki Sağlık İl Müdürlüğü’nün arkasında Zafer’de bir tekke vardı. O zamanlar oraya giderdik. İki oda uzun ve büyük bir holdü. Ama burası çok büyüktü. Mevleviler burada sema yaparlarmış, burada birde dede vardı. Dede geceleri hazretin orada kalırmış gece türbedarı imiş. Yani gece bakımı bu dedeye ait imiş. Aynı ailenin babası da orada kalırmış, bunun için de biz orada birkaç gece onların eşine kızlarına ziyarete gidip, orada kalmıştık. Hatta zaman zaman gidip kalıyorduk. Yanılmıyorsam adı da İsmail Öztürk idi. Şatırlı buranın adı Ebul İshak el Kazuruni türbesi idi. Orada oturalar alışmışlar ama orada gece kaldığım zamanlarda ben doğrusu ürperirdim. 4-5 yaşlarında giderdik, buraya ama 10 yaşında da giderdik. Hatta lise yıllarında bile oraya giderdik. İçim ürperirdi, kendi kendime otururken kalkarken yatarken çeki düzen verirdim. Ama zaman zaman da kapı kilitli olduğu halde açıldığını falan da gördüm. Herkes içerde olurdu, kadınlar ve çocuklarla orada kalmak bana garip bir duygu verirdi. Abimler kalmazdı ama ben kalmaktan zevk alırdım, değişik bir lezzet verirdi. Onun adını şimdi koyamıyorum ama bu sanki mistik düşüncenin anlattığı tarzda değildi. Adı konmayan insanın kalbine ve ruhuna işleyen farklı bir muhabbet sevgi vardı. Bunu hissettim; yarı korku, yarı sevgi, yarı bilinmeyen meçhule giden bir sevgi…

 

ASTIĞI ASTIK KESTİĞİ KESTİK

Annemin teyzesinin kocası Mehmet Koca kasaptı. Kadınlar Pazarı içinde dükkanı vardı, enişte çok sert yapılı idi. Titiz astığı astık kestiği kestik her gün akşam çok az yemek yerdi. Hanımı teyzem ise ehli tasavvuf sahibi idi. Teyzem anlatmaya başladığı zaman eniştem “bak bizimki yine coştu” derdi. Zaman zaman teyzem bize kalmaya gelirdi. Yanında da mutlaka kamış sepetin içinde pastırmalar, sucuklar, peynirler, tandır gevreği ekmekler, yeni çalınmış tas yoğurt getirirdi bize ama Mehmet amca gönderirdi onları bize. Çok hoşumuza giderdi. Çok candan idi. O zaman bütün mahalle kadınları bize gelirlerdi. 3-5 gün bizde kalırlardı. Yengem taaa Topraklık’tan Nişantaşı’na kadar yürüyerek hem de o dolu sepeti taşıyarak gelirdi. Akşam başladı mı annem ile yengem kendi aralarında “akşam oldu yakamam gazımı kadir mevlam böyle yazmış yazımı” türküsünü kendilerine göre ilahi şeklinde söylerlerdi. Onu mistikleştirirlerdi. Höşmerimler yapılırdı.

 

KARDEŞLERİM İLE ÇOK GÜZEL GÜNLERİMİZ GEÇTİ

Kardeşlerim Müşerref, Gülten, Muzaffer, Selami, Naciye ve Nurten ile kısa ama çok güzel günlerimiz geçti. Çünkü kardeşlerimin bazıları dedemlerin yanında Müşerref ablam ise dayımların yanında büyüdü. Dayım Mehmet Kelam idi. Ama ablam o eve öyle alışmıştı ki biz gittiğimiz zaman bazı yerleri biz görmeyelim oralara girmeyelim diye kilitlerdi.

 

BERRİN MENDERES KONYA’YA GELDİĞİ ZAMAN ANNE DEDEMLERDE KALIRDI

Anne dedem Rahim Kelam, komisyoncu idi. Adnan Menderes’in eşi Berrin Menderes 1976’da Konya’ya geldiği zaman anne dedemin evinde kalmıştı. Berrin hanım daha önce de Konya’ya geldiği zaman hep dedemlerde kalırlarmış.

 

KARATAY LİSESİ VE SİYASET İLE TANIŞMAMIZ

Karatay Lisesi’ne gittim. Kayalıpark’ın oradaki Karatay Lisesi’ni bitirdim. Çok hızlı bir dönemdi. Siyasi yönden, bizim yapının dışında milliyetçi grubun egemenliği altında olan herkesin çaplı olduğu, okuyan, yazan, konuşan arkadaşlarımız vardı. Okula gidip geldiğimiz 3-5 arkadaşım vardı. Kimseden korkmazdık. Siyasetle ilgilenmiyorduk ama aileden gelen İnönü’ye karşı bir muhabbetimiz vardı. İnönü biz lisede iken vefat etmişti. Resim dersinde ben de İnönü’nün renkli bir portresini yapmıştım. O zaman lisede iki bölüm seçmeli idi; müzik ve resim. Müzik kabiliyetimiz olmadığı için o zaman resim bölümünü seçmiş idim. Resim öğretmenimiz Halit Bardakçı idi. Yaptığım resim onun çok hoşuna gitti. 10 almıştım. Mesela düşünsenize öyle bir milliyetçi kesim var ve ben İnönü’nün resmini yapıyorum. Ama arkadaşlar hiçbir şey dememişlerdi.

 

OKULDA MİLLİYETÇİLER HÂKİMDİ AMA AKINCI BİR GRUPDA VARDI

Okulda milliyetçi grup hâkimdi ama okulun bir kısmında da akıncılar vardı. Süleyman Yeğenler, Aziz Oruç gibi isimlerdi… Biz ne orada ne de bu tarafta idik. Bir süre sonra biz de o diğer milliyetçi gruba sempati ile bakmaya başladık. O zamanlar sanki bütün Konya’yı bizim okul yönetiyordu. Bizim okul sanki Konya’yı düzeltiyordu. Matematik hocamız Ömer Mısırlıoğlu idi, okul müdürümüz Said Arık idi; komando Said. İyi bir kimya hocamız vardı; Bedriye Hanım, coğrafya öğretmenimiz İsmail Temel idi. Fen bilgisi hocamız Yusuf Vanrlılar’dı.

 

BELKİ DE DİN DERSİ HOCAMIZ YÜZÜNDEN AKINCILARDAN UZAKLAŞTIM

Din dersi hocamız Abdullah Garibcin’di. Yeşil ördek yeşili bir ceket diktirmiştim. Abdullah hoca o ceketi ilk giydiğim gün bana “Sahneye ne zaman çıkacaksın?”demişti. Belki o söz üzerine bir daha o ceketi giymedim. Hoca akıncılara yakındı. Bu hocanın yüzünden akıncılardan uzaklaştım. Süleyman Yeğenler her hafta bana gelir, falanca gün filanca yerde toplantı vardır derdi.

 

MİLİTAN OLMADIM AMA ÜLKÜCÜ İDİM

Milliyetçi ortamda o atmosferden etkilendik ama hiçbir zaman militan olmadık. Ama o ekolden biraz ülkücü olduk. Ülkü ocaklarına gitmeye başladık. Fikirlerine ehemmiyet verilen bir arkadaş olduk. Terörden dolayı iyi bir eğitim alamadık. İyi niyetli, mert bir grupla arkadaşlara yönlendirmeler yaptık. Lise dönemi boşa geçti, faydalı bir şey olmadı. Fikri planda iyiyi kötüyü görmeye başladık. O dönemde kitap okuma alışkanlığımı geliştirmeye başladım. Bir grup kavgaya gidiyor, bir grup okumaya gidiyordu. Kötü alışkanlığım ise hiç olmadı.

 

EĞİTİM FAKÜLTESİ MATEMATİK BÖLÜMÜNÜ KAZANDIM

Eğitim fakültesi, matematik bölümünü kazandım. Lisede matematik öğretmenimiz Mahmut Çavdarcı’ydı. “Bana bir sene gel, para pul istemiyorum senden. Sana daha iyi bir yer kazandırayım”   dedi. Ya da “Seni İngilizceye kaydettirelim” dedi ve bir yıl sonra da “Seni İTÜ ye ya da istediğin fakülteye sokacağım”. Ben “olmaz”, deyince, bana aynen “senin kafana tüküreyim” demişti.

 

OKULUN REİSİ OLDUK

Ben ısrarla matematik bölümüne yazıldım, okula gittim, okul başladı, bir süre sonra okulun reisliği bizde kaldı. Yiğit arkadaşlarım vardı. Cemil Gökbulut diye biri vardı. Onda korku yoktu, aramızda 5 yaş vardı. Nusret Aksu vardı. Hükümet gibiydi. Balıkesir’de ülkü ocakları başkanlığı yapmış, daha sonra Konya’ya gelmişti. Gerektiği zaman icraatını yapıyordu. Ama arkalarından da biz yanlışlarını düzeltmeye çalışıyorduk.

 

BANA YOL GÖSTERECEK BİRİNİ ARARKEN KİTAPTA GÖRDÜĞÜM MZK İMZASI

Ben “ne yapayım” derken, Ülkü Ocakları Başkanı olan, Ahmet Arıkan bir gün koluma girdi, zaten sürekli Zafer’de dolaşıyorduk, gece gündüz dolaşıyorduk. Bana “sen çok hoşuma gidiyorsun, ama kafanda bir şey var. Onu arıyorsun” demişti. Gerçekten de bir şeyler arıyordum, “Bana bir yol gösteren olmadı” diyordum kendi kendime. Bir gün Konya’da arkadaşlar arasında , “İstanbul’da bir hoca varmış, Nakşî lideri imiş, Türkeş, Erbakan, Demirel bile onun sözünü dinlermiş” dediler. Adını sorduğum zaman, adı yok dediler. Galiba bunlar hayal alemindeler dedim. Elimde o an, tasavvufta ahlak’ın 2. cildi vardı. Yıl, 1977-1978. Üşütmüş, hasta olmuştum, uzun süre yattım, bu arada da durmadan o kitabı okuyordum. Kitapta isim olarak “MZK” yazıyordu, “Bahar yayınları, İstanbul” diyordu. Arkadaşlarım, falanca hocanın kitabı diyordu, MHP’li bir grupla beni bir yere götürmek istediler.

 

TÜRKEŞ’İN, ERBAKAN’IN, DEMİREL’İN SÖZÜNÜ DİNLEDİĞİ NAKŞÎ LİDER

İTÜ’de okuyan bir kişi, İsmail Yıldız, “Cennet yolları” diye bir kitap hediye eti. Onda da “MZK” yazıyordu. Bana “bu hoca efendiyi tanıdım, çok mübarek biri, Mehmet Efendi derler kendisine” dedi. “Sana da böyle bir hoca lazım, Mevlana gibi bir hoca”. İstanbul’u da bilmiyordum, 1 defa gitmiştim, ama babam, bizi bırakıp gittiği zaman, nüfusumuzu, İstanbul, Üsküdar’a yazdırmış, ben de 1 defa gitmiştim kayıt için, buraya gelir, burada yaşanılır mı demiştim. Bu ikinci gidişimdi. Sora sonra Fatih’e gittim. İskender Paşa Camii’ni buldum. Hoca efendi yoktu, “Umre’ye gitti” dediler. Ama çok etkilenmiştim. Kimseye göstermeden, caminin duvarlarını öptüm (Sami bey bunları anlatırken gözleri dalıyor, sesi titriyordu, ağlamamak için kendisini çok zor tuttuğu belli oluyordu ). Kendi kendime “buraya tekrar gelmeliyim” dedim ve nisan ayında tekrar gittim. Çok büyük bir kalabalık vardı. Hoca Efendi içerdeymiş. “İkindinden sonra görüşebilirsiniz” dediler. Şeytan aklıma bir sürü şey getirdi. “Hocayı bana göstermek istemiyorlar” dedim. Bekleyenler arasında tanıdığım bakanlar, milletvekilleri vardı. Herkes sırayla içeri girmeyi bekliyordu. Hoca Efendi 6 veya 8 metre karelik küçük bir odada oturuyordu. Odada 4 kişi zor ayakta duruyordu. Beyaz entari giymişti, herkes elini öpmeye çalışıyordu. O da “el öpmeyin, musafaha kâfi” diyordu.  Ben hocanın elini öptüğüm zaman başım döndü, elini çok zor öptürdü, ama ben dışarı çıkmadım, hemen arkasına geçtim. Herkese aynı duayı ediyor, özel muamele yapmıyordu. Bir süre sonra kardeşlerimize ikramda bulunun dedi. Herkese badem şekeri verdiler (Sami bey artık burada gözyaşlarını tutamaz olmuş ağlıyordu ). O bir tek badem şekerini bir yılda ancak yedim. Dudağıma götürüyor, öpüyor, bitmesin diye yemiyordum, çünkü bitecek diye korkuyordum. Hoca Efendi, kimseden yardım almıyordu. Evinde ne pişerse oraya getiriliyor ve o ikram ediliyordu. O gün çok mütevazı bir çorba geldi, yanında ekmek vardı. Yanında bir şey ikram edilmedi, dünyadaki en güzel yemek, o akşamki yemekti. O gün hoca efendinin kendisine talip olduk.

 

HOCA EFENDİ AŞIRI MÜTEVAZI İDİ

 2 yıl boyunca kimseyi tanımadım. Okuldaki başkanlığı bıraktım. Bir de sakal bırakmıştım. 80 senesinde hoca efendi, bir yaz günü artık yalnız kalmamamız için, bulunduğunuz illerdeki arkadaşlarla tanışmamızın faydasını anlattı. Ondan sonra Konya’daki diğer arkadaşları tanıdık. Her şeyimizi değiştirdik, dünyamızı değiştirdik, sevgi saygı anlayışımız değiştirdik. Mehmet Efendi hazretleriyle her şey değişti. Öngördüklerini yapmaya çalıştık. Fikri planda değişikti. Aşırı mütevazı bir insandı. İnsan ruhunu çok iyi biliyordu. Farklı bir yapısı vardı. Zekatı anlattı, 3-5 dakikada anladım, kardeşlere olan muhabbeti anlattı…

 

ASKERİ İHTİLAL OLMUŞTU VE BEN…

Okul bitti, ihtilal olmuştu. Tayinler yapılmıyordu. Eniştemin “Kasım Şifa Hastanesi” vardı. Dr. Abdurrahman Cantekinler’in yanında 1984’e kadar çalıştım. Enişteme “öğretmenliğe tayinim çıkar giderim” demiştim, o da “ boş ver, burada kal, çalış” dedi. 1982’de Kütahya’ya tayinim çıktı, ama ben de gitmedim. 1982’nin sonu, 1983’ün başında 3 aylık askerlik için Isparta’ya gittim.

 

TİCARETTE İLK GİRİŞİMİM ÇOK İLGİNÇTİR

Cemaatin içinde kimsenin güzel bir arabası yoktu. En güzel arabayı ben alsam, hizmet etsem diye düşünüyordum, ama param yoktu. Ali İhsan Umut ve Mehmet Arıcı ile konuştum, “bir miktar paramız var” dediler. “Bana verin 2 sene sonra size ödeyeyim” dedim. Validem de bileziklerini satmıştı,1 milyar 150 bin liramız olmuştu. Mustafa Arıcı ve 3 kişi ile İstanbul’a gittik, lüks bir araba alacaktık. Ama istediğimiz arabalar 1 milyar 250 ve 1 milyar 350 bin arasıydılar. Tanıdığımız galerici Ruşen abiye gittik. 6 silindirli, Ford Taunus almak istiyordum. Ruşen abi, “bu paraya bu araba alınmaz” dedi. Ve bir ara dükkanı bize bırakıp, “siz gazetelere bakın, dükkanda bekleyin” dedi ve gitti. Gazetelere göz atarken 850 bin liraya, aradığımız arabanın ilanını gördük. Ruşen abi, “bu arabada bir hasar var, bu paraya böyle bir  araba satılmaz” dedi. İlanda arabanın öğlene kadar satılık olduğu yazıyordu. 3 arkadaş Bakırköy’e gittik. Arabadan anlayan arkadaş, arabayı görünce “canavar gibi” dedi. Bu arkadaş eski semazen, Mustafa Karnıbüyükler’in oğlu, Ali Karnıbüyükler idi. Arabayı satmak isteyen adam , “para peşin mi” dedi.  Biz “peşin” deyince, 825 bin liraya arabayı satın aldık. Konya’ya geldik, Değirmenci kardeşler, makam arabası olarak bizim arabaya talip oldular. Israr edince, 1 milyar 450’ye arabayı sattık. O zaman matematik öğretmeninin maaşı, 6 bin lira, asgari ücret ise 4 bin lira idi, bizim öğretmenlikten ömür boyu alacağımız paranın 600 bin lirası çıkmış oldu.

 

MUSTAFA ÖZKAFA VE MUSTAFA ÖZKAN İLE BİRLİKTE ALDIĞIMIZ MERAM’DAKİ ARSAYI SATTIM

Bu arada Mustafa Özkafa, Mustafa Özkan geldiler. Falanca yerde bir arsa var dediler. Şimdiki Lale Lisesi’nin arkasındaki arsayı birlikte alalım dediler. 1200 m2 idi, ev yapalım dediler... Ayda 75 bin lira ile taksit ile 750 bin liraya arsayı aldık. İhsan Ekinalan abim vardı. Bir gün geldi “Sami Efendi sen bekârsın, arsayı sen bana sat” dedi. Ben önce satmak istemedim ama “gel kaç lira ise bana sat” dedi. Ben de 1.5 milyon lira dedim, o da “insaf ya daha siz bu arsayı alalı iki ay oldu” dedi. Ben satmak istemeyince bu kez 1 milyon 450 bin liraya

1 milyonu peşin olmak üzere sattım, geri kalanını da taksitli sattım borcumu ödedim ve ikinci ticari işimden de bu parayı kazanmış oldum.

 

HÜSEYİN ÜZÜLMEZ ISRAR EDİNCE BOYA İŞİNE GİRDİK

Bir gün Hüseyin Üzülmez dedi ki “gel seninle birlikte boya işi yapalım”. Ben de “elimde az bir para var ve ben evleneceğim ticaret yapamam” dedim. Çünkü Hüseyin Üzülmez paranın tamamını istiyordu. Ben ısrarla evleneceğimi, elimdeki para ile eşya filan alacağımı söylüyordum ama Hüseyin Üzülmez ısrar etti ve sonunda “eğer zarar edersek bu parayı kaybedersek ben sana bizim evdeki tüm eşyalarımı veririm sen de onlarla oturursun. Ben gerekirse kilim üzerinde otururum” dedi ve beni ikna etti. Ben de bütün paramı Hüseyin abiye verdim. Artık bir seneden önce evlenemezdim. Çünkü bu arada 1983 yılında Pekmezcilerden Rahmetli Mithat Başkele’nin kızı ile nişanlanmıştım. Konya’da o zamanlar böyle nişan yaptıktan sonra beklemek de zordu ama biz tam 13 ay bekledik. Aradan altı ay geçmişti. Hüseyin Üzülmez bir gün çağırdı ve “gel bakalım bir hesap yapalım, parayı batırmış mıyız karda mıyız, zarar damıyız” dedi. Hesapladık altı ayın sonunda biz yüzde 135 kar etmiştik. “Marangozlarda küçük bir dükkân tutalım artık bu işleri öyle telefonla alıp satmakla hakkından gelemeyiz” dedi. Ahmet Kaleli, Orhan Akdemir, Hüseyin Üzülmez ve ben BOYSUN LTD. ŞTİ’ni kurduk. Hüseyin abi bu iş yerini çalıştırdı. Biz daha sonra Mimar Muzaffer Caddesi’nde mobilya mağazasını açtık. 1989’un sonunda Hüseyin Üzülmez ortaklıktan ayrıldı. Fatih Mobilya mağazasını kurduk, bu 1991 yılının sonuna kadar devam etti. Bu arada marangozlardaki dükkân Hüseyin abiye kaldı öbürü ise bizde.

 

1985 YILINDA EVLENDİM, RIZA GÜNERİ SADICIM’DI

1985’te soğuk bir kış günü 20 Ocak tarihinde evlendim. İstanbul’dan, Ankara’dan Türkiye’nin pek çok yerinden otobüslerle eş dost ve severlerimiz geldi. Benim sadırcım Rıza Güneri Bey idi. Rıza Güneri”nin sadırcı ise Süleyman Yeğenler idi. Bu evlilikten Muhammed Zaid, Şerife Büşra, Mithat Esad ve Hacer dünyaya geldiler.

 

1984 YILI SONUNDA HAKYOL VAKFI’NI KURDUK

1984 yılının sonunda Hakyol Vakfı kuruldu. Bana “sen buranın hem idarecisisin, hem müdürü hem de Başkanısın. Sen çalıştıracaksın” dediler. Ben de hastaneyi bıraktım Hakyol Vakfı’nın başına geçtim. Sungur Çarşısı Demirciler içinde tam 11 odalı yerde kuruldu ve 1988’e kadar burada kaldık.

 

1991'DE NOYA AŞ’Yİ KURDUK

1991’de ben, Ebubekir Sarı, Ahmet Selim Kaleli, Osman Sarı ile birlikte Noya AŞ’yi kurduk. Genelde hep Konya’nın dışında ticaret yaptık. Malı fabrikadan direkt aldık, biz pazarlayıp sattık. Öyle gün geldi ki artık Noya denildiği zaman kimsenin en ufak bir kuşkusu olmadığı gibi gözü kapalı mal satar hale geldik. Fabrikadan üst üste 400 kamyon mal alıp sattığımız dönemler oluyordu artık. Medefe alıyorduk ve bunu satıyorduk. 1994’e kadar bu böyle sürdü

1994’te imalata başladık. Ama bu kez bize arkalık vermez oldular. Biz de Konya’da yapılan bu malı İnegöl den almaya başladık. “Pres alalım, imalat yapalım” dedik, imalat zor işti. Ama adamı ticaret pişiriyor, eğer bu işe aileden babadan girmezseniz size yüzde yüz hedef şaşırtıyor. Sanayicilik bana göre bir aile geleneği, bizim de bu yılda atlamalarımız oldu. Hedeflere ulaşmada vakit alsa da sonunda hedeflerimizi tutturduk. Gün içinde 50-60 bin plaka üretir hale geldik. Artık Konya’da ürettiğimiz bu malları satarken insanlar öyle rağbet ettiler ki biz siparişleri 45 gün sonraya vermeye başladık. Randevular 45 gün sonrası içindi. Çok müşterimiz oldu, gece gündüz çalışıyorduk. Türkiye genelinde bayiler ağı kurduk. Bir hafta eve uğramadığımız oldu. O zaman arkadaşlarımız bekârdı sonra hepsi tek tek evlendiler. Burada öyle bir sistem kurduk ki sevgi ve saygıya dayalı idi. Artık piyasada Noya’nın tuttuğunu çok işitir olduk. Muhasebeyi iyi tuttuk. Günlük olarak takip ettik. Bir de dükkâna kim gelir ise mevsime göre bir şeyler ikram ettik; yani kış günü ise hava soğuk ise her dükkâna girene çay, yaz günü sıcak hava ise limonata ikram ettik. Öyle ki sanayide çıraklar bugüne kadar görmedikleri iltifatı bizde görür oldular. Çok uzaklardan müşteriler geliyordu. Bir kutu boya için sanayide çalışan çocuk bisikletine atlıyor ve bize geliyordu. Bu arada tüm hamallar bizimle çalışmaktan zevk alıyorlardı.

 

BÜYÜMEYE ÇOK YÖNLÜ DEVAM ETTİK

1996’ya kadar bu devam etti. 1996’da iki arkadaş ayrıldı, biz A.Selim Laleli ile devam ettik. 1996’dan 1999’a kadar. 1999’da Organize Sanayi’nde üretim tesislerini kurduk. Fabrikayı yaptık. Tekrar yeni bir atılım gerçekleştirmek için ATAMER’i aldık. 9 senede Türkiye’nin sayılı mermer imalatçısı haline geldik. O zaman kapalı alanı 500 metrekare bile olmayan tesisi Konya’nın en büyük üçüncü döviz getiren döviz kazandıran firması haline getirdik. 1999’da deprem olunca yalıtım sektörü bizim dikkatimizi çekti. Deprem bir Türkiye gerçeği idi ve depreme dayanıklı evler bir gerçekti, Strefon fabrikası kurduk. Deprem için bu çok önemli idi.

 

ÇOCUKKEN SİGARA KOLLEKSİYONU YAPTIM AMA HİÇ SİGARA İÇMEDİM

Eskiden beri kitap okurum. Çocukluğumda da müthiş bir sigara koleksiyonum vardı. Hiç hayatımda sigara içmedim, ağzıma bile almadım ama uzun yıllar sigara koleksiyonu yapmıştık. Hatta annem bile “oğlum bunu böyle biriktirme yarın da içersin” dedi ama içmedim. Abimler sigara içiyorlardı, bir gün koleksiyonumu kontrol ederken biri elime hafif geldi. Açtım baktım içi boş, anneme “anne kurt bunu yer bitirir mi” dedim annem “evet” dedi ama meğer bunları abimler içini boşaltıyorlarmış. Ben kitaplarım ile yaşarım.

 

BİR ESER GÖRDÜĞÜM ZAMAN KALBİM DAYANMAZ, BİR MECZUP GİBİ BAĞIRIRIM RÜYALARIMA GİRER

Bir umre ziyaretimiz sırasında Kâbe’nin karşısında otururken hocamın adının olduğu bir yazı yazdırmayı düşündüğümü söyledim. Cüneyt Belviranlı Hoca “iyi bir hattat var gel onu çağıralım” dedi. Hüseyin Öksüz abiye gittik. Oturuyordu, selamlaştık, bir süre sonra konuya girdik. Ben “Mehmet Zahid İbni İbrahim El Burusevi yazdırmak istiyorum” dedim Bana 15 günde bir hatırlat dedi. Ama ben bu lafı hatırlatmadım, galiba utandım. 2 ay hiç Hüseyin beyden ses seda çıkmayınca atlayıp bir daha yanına gittim. Durumu hatırlatınca “ben sana bana hatırlat demedim mi” dedi ve “bundan sonra haftada bir bana hatırlatacaksın” dedi. Ben de haftada bir yanına gitmeye başladım. Hüseyin Bey bana her kelimesinde her noktasında alternatif işaretler gösteriyordu. Nakkişeler sikkeler gösteriyordu, bu işi sevdikçe kendimi bu sanata verdim. Bir yazı gördüm mü heyecanımdan açamamam, ellerimi üst üste adete kitler açmak için sabırsızlanırım. Ona da hemen açıp bakamam, yavaş yavaş ucundan kaldırarak sindire sindire, heyecanımı yatıştırmaya çalışarak bakarım. Ellerim titrer… İstanbul’da dünyanın çeşitli ülkelerinde pek çok usta gördüm; Hasan Çelebi Hoca, Fuat Başer Hoca,  Hüseyin Kutlu Hoca, Mehmet Özçay, Osman Özçay, Ali Toy… Mesela birinci sırada bana göre Davud Bektaş hat sanatında Ali Ulvi Kurucunun kardeşi Ziya Kurucu eşsiz mükemmel insanlar. Ziya abi ile tanışmamın hayatımdaki etkisini bir yazıyı gördüm mü unutamıyorum. Yıldız Sarayı’nda hat sanatı çalışmalarını dinledim. Uğur Derman beyden dünyanın değişik eserlerini gördüm Belviranlı ile yaptığımız bir söyleşide Hattın mahşeri başlığını atmışlardı. “Hat koleksiyonunda sayılı olan bu koleksiyona nasıl sahip oldun Samı Bey?” dedikleri zaman o da “Sami bey hocasının işine çok rağbet etti. Allah da hocasının rağbetinden bunu buna verdi” dedi. Bu iş para ile filan olmaz. Pek çok insan elindeki nadide eseri “biz kadrini kıymetini bilmiyoruz” diye getirdi. Güzel bir yazı gördüm mü aşırı heyecanlanırım, buna kalbim dayanmaz. Açarken bağırırım, meczup gibi olurum, detaylarını incelerim. Bazılarını rüyamda bile görürüm. Bu yazı başka bir şey, millet olarak buna sebep ve şahit olduk. Sami Şevket Efendi’ler, Yaseri… Böyle yüzlerce isim… Picasso bunların bir tanesinin hiç birine eşit olamaz. Resim yapılır, orantısı vardır. Oranlarsın, en güzel resmin bire bir resmini yapabilirsin ama bunun aynısını yapmak mümkün değildir. Bu çok özeldir. Ama millet olarak bu sanata gereken ehemmiyeti veremiyoruz. Hattın sultanları diyoruz. Osmanlı coğrafyasında yetişenlerin hiç birine erişilmez, sanki onlar bunları asumanda yazdılar.