yazar-64
'Seçkinler' tekkesinde
Meşhur sözdür derler ki: “Dervişin fikri ne ise zikri de odur.” Acaba bu sözün geçerlilik alanı ne kadar geniş? Yani her zikir kalpten gelen deruni hissiyatın harfe ve sese bürünüp söz diye görünmesinin adıdır demek ne derece mümkündür? Herkes zikrettiğini ne kadar içinde duyar ya da hep içinden geldiğini mi zikreder?
Medyamızda hakim bir ideolojiye mensup yaklaşık olarak bir asırlık yayın organlarının yaptığı gibi, bir taşta iki kuş vurma yollu size “sahtekar bir dindar” tipi çizer sonra da yukarıdaki durumu bir güzel bu model üzerinden size anlatırdım da benim fikir-zikir sözümde dindarın fikir ve zikriyle meselesi olanların fikir ve zikirleri arasında dağlar kadar fark var ki ben buna fikrimin namusu diyorum. Burada mesele ne dindarın ne de dinsizin zikri değil mesele ülke aydınının Tanzimat’tan bu güne neyi fikredip neyi zikrettiğidir. Dervişin tekkedeki zikri ile fikri arasındaki uyumsuzluk kendinden başka kimseye zarar vermez de aydının fikri arasındaki uyumsuzluk üç yüz yıllık bir tarihin tarumar olmasına sebep olabilir.
Nihayetinde Paris’e gidip ilim tahsil etmek isteyen öğrenciler içerisinde pek çoğu bedenen gidip geldi de ruhen bir tabut hükmünde döndü ülkesine. İnsanlık azraili kulüplerin kucağına oturan “entelijansiya” mız koskoca Devlet-i aliye’yi de “gizli bir ifsad komitesinin” vesayetinde İttihatçıların kucağına veriverdi. İşte o gün bugündür baş nerde ayak nerde bir vaziyet kespeden irfan dünyamız, fikirsiz zikirlerin terennüm edildiği miskinler tekkesine döndü.
Zikri “Halk” olan “Halka doğru git-“ enlerin ne kadar halkla bütünleştiğini Edebiyat camiamız çok dinledi. Ama artık bu gerçeğin de Edebiyat kütüphanesinde yeri masallar rafıdır. Zira aydınların halkla bütünleştiğinin en çok söylendiği dönem “Milli Edebiyat” dönemidir ki bunun bütünüyle doğru olmadığının en büyük ispatı Yakup Kadri ve onun eserleri bilhassa da “Yaban” romanıdır. Toplumsal-gerçekçilerin kulakları çınlasın.
Yazar bilindiği gibi romanında, sakin bir köye İstanbul’dan kafa dinlemeye gelen, savaş gazisini anlatmaktadır. O sıralarda Atatürk’ün başlattığı milli mücadele devam etmektedir. Köylü bu aydını (Ahmet Celal) sık sık tıraş olduğu için, giyimine kuşamına dikkat ettiği için vd.. nedenler için kınar alışamaz, dışlar. Bu, fikri halka doğru gitmek olan milli mücadele dertlisi(!) Y. Kadri’nin eserinde madalyanın görünen kısmıdır. Gelin bir de öbür tarafına Berna Moran’ın tespitleriyle bakalım: “Köy hakkında verilen bilgi, okuru etkileyecek bir duygu yükü taşıyan, kasvetli hatta iğrenç bir atmosfer oluşturmaya yöneliktir. Böyle bir atmosfer, tabii, kişiler ve olaylarla da sağlanabilir. Nitekim yabandaki kişiler, davranışlar, duygular hep çirkin ve gönül bulandırıcıdır. Köylüler arasında gülen insanlara, güzel, soylu bir davranışa, temiz ve mutlu bir aşka, saf bir dostluğa rastlamayız. Köyde çirkin ve pis olmayan, kokmayan bir insan bulamazsınız. Ne var ki Karaosmanoğlu istediği ortamı oluşturmak için bu kadarla da yetinmiyor ve belki romandan çok şiir tekniğine yakın bir teknikle, yeni çağrışımlar, benzetmeler, imgeler ve simgeler ile dokunmuş bir üslup sayesinde bu atmosferi daha da yoğunlaştırmayı başarıyor. Bu tekniğin baş ilkesi, sert çorak ve kokuşmuş bir doğa ile köylüleri bütünleştirmek, onları doğanın bir parçası yapmak. Bunun için çeşitli yollara başvurur Karaosmanoğlu. Bunlardan biri, olumsuz nitelikleri, hem doğaya, hem insanlara vermek suretiyle o niteliği yaygınlaştırmak ve atmosferin bir öğesi haline getirmek.” Yakup Kadri’nin Yaban romanında, Porsuk Çayı, cerahate; tepeler birer ura; köy illet ve sakatlıklar yuvasına ( roman kahramanlarından birçoğu illetlidir); roman kahramanlarının hepsi de bir hayvana benzetilir. Berna Moran bu hayvan benzetmeleri için şunları söyler: “Diyebilirim ki hiçbir romanda insanları anlatmak için hayvanlara bu denli başvurulmamıştır. Bu köyün insanları her biri kendi yuvasında kunduza dönmüş, yarı çıplak köstebek yuvalarında, toprak ve taş kovukları içinde hayvanlarla haşır neşir yaşarlar.” Yakup Kadri romanında, köylülerle, çorak toprakta çıkan bitkiler arasında da bazı benzetmeler kurar: Köylüler bu çorak coğrafyada bir ‘yabanî bir ot gibi’ bitmişlerdir. Mehmet Ali’nin annesi Zeynep Kadın’ın vücudu bir ‘meşe kütüğü’ne, elleri ve ayakları ise, ‘bir ağacın topraktan sökülmüş köklerine’ benzemektedir. Romanda ayrıca ‘pis koku’ unsuru büyük bir yer işgal eder. Köyün kokusu uyuz bir manda kokusuna benzemektedir, tabiat tezek, insanlar keçi ve teke gibi kokmaktadır. Berna Moran, romancının pis koku unsurunu ‘iğrenç atmosferi pekiştirmek’ için kullandığını belirtir. Romanın geneline hâkim olan duygu, bir İstanbul adamının, Anadolu köylüsüne karşı duyduğu tiksintidir. Birçokları bu romanın aydın-halk kopukluğunu ortaya koyduğunu ve Anadolu köylüsünün tek yanlı anlatıldığını belirtmiştir. Yakup Kadri ise romanın 1942 yılında yapılan ikinci baskısının önsözünde köylünün bu duruma düşmesinin kabahatinin Türk aydını olduğunu söyler ve romanda buna göndermeler yaptığını belirterek kendini romandan alıntıladığı çeşitli bölümlerle savunmaya çalışır. Ayrıca görüşlerini daha da desteklemek için (yani köylüye düşman olmadığını göstermek için) 1922’de Yunan ordusunun Anadolu’dan çekilirken yaptıklarını anlattığı ‘Barbarların Yaktığı Köyler Ahalisine’ başlıklı yazısını da bu önsözle tekrar yayımlar. Eleştirmenler, Yaban yazarının neden köylüyü küçük gördüğü, onu alçaltıcı vasıflarla tasvir ettiği, neden sadece olumsuz yönlerini görüp bunu genelleştirdiği ve bunların üstüne üstüne gittiğiyle ilgili çeşitli fikirler ileri sürmüşlerdir. Bu görüşlerin en çarpıcı olanı Berna Moran’dan gelir: “1922 ile 1932 arası, Karaosmanoğlu’nun coşkun bir içtenlikle desteklediği devrimlerin yapıldığı yıllardır ve biliyoruz ki geleneklerine ve İslâm ideolojisine bağlı Anadolu eşrafı ve köylüsü bu devrimleri benimsemiş değildi.” Moran yine 1922 yılında yazılan ‘Barbarların Yaktığı Köyler Ahalisine’ yazısıyla, Yaban romanının farklı ideolojilere yaslandığını şöyle ifade eder: “Barbarların Yaktığı Köyler Ahalisine adlı ve 1922 tarihli yazıda söz konusu edilen köylü, Karaosmanoğlu’nun gidip gördüğü ve acısına saygı duyduğu perişan köylüdür. Yaban’daki köylü ise 1932 yılındaki Kadro’cu (Kadro dergisi inkılâpların yerleşmesi için çıkarılan bir dergidir ve derginin imtiyaz sahibi Yakup Kadri’dir.) Karaosmanoğlu’nun düşündüğü ve her şeyden önce tutuculuğun kaynağı olarak gördüğü Anadolu köylüsüdür.” Berna Moran değerlendirmesini şöyle bitirir: “Yaban’da vurgulanan temayı köylünün yalnızca olumsuz yönlerinin sergilenmesini ve verilmek istenen boğucu atmosferi ancak Karaosmanoğlu’nun ideolojisinin gereği olarak açıklayabilir ve diyebiliriz ki romandaki köy gerçek Anadolu’yu temsil etmez. 1930’lardaki yönetici sınıftan bir aydın bürokratın kafasındaki Anadolu’nun simgesidir.” 1,
Evet, klasik ve hakikaten ismiyle müsemma bu eserden yola çıkarak bir sonraki yazımızda günümüz seçkinler tekkesine dönecek ve biraz da onların fikir ve zikri üzerinde duracağız.
1 http://www.dergibi.com/polemik/ayrinti.asp?id=322