Doç. Dr. Murat Kayacan

Doç. Dr. Murat Kayacan

Şia’da ve Sünni tasavvufta velilik

Arapça’da şia (شيعه) bir mesele için bir araya gelen topluluk, bir kişinin izinden giden ve onu destekleyenler anlamındadır (Ibn Manzur, ts., VIII: 188). Daha sonra şia bir mezhebe dönüşen tavrın adı olmuştur. İslam tarihinde ise, Hz. Muhammed (s)'in vefatının ardından sahabe arasında yaşanan ihtilaflarda Hz. Ali'nin yanında yer alanlar için kullanılmaktadır. Bu yazıda, bu mezhebin mensuplarının -imamet inançları bağlamında- velilik kavramına yaklaşımlarına değinecek, zaman zaman da sünni tasavvufta mevcut benzer yaklaşımlara dikkat çekeceğiz.

Kimi imamilere göre; her ne kadar itikadi açıdan imamların nebi olduklarını söylemeye mani varsa da nebi olduklarını söylemeyi aklen engelleyecek hiçbir sebep yoktur. Sözgelimi, Muhammed Bâkır Meclisi (ö. 1697)’nin yaklaşımı da bu yöndedir (Akman, 2013: 96). Aslında Sünni tasavvuftaki ilham ve keşf yoluyla Allahu Teala'dan bilgi alındığı iddiası da buna benzemektedir. İmamiyede peygamberlik ile imamet arasında açık fark görülmemesi gündeme gelirken sünni tasavvufta Beyazıd Bistami (ö. 878)'nin "Öyle bir denize daldım ki, peygamberler onun sahilinde kalmışlardır." sözü peygamberlerle velileri yarıştırmada Şiadan daha üst bir yanlışı bünyesinde barındırmaktadır. Halbuki Kur'an açısından bakıldığında, son nebi gelmiştir ve ne ona denk ne de ondan üstün bir zat beklemek bir müminden sadır olacak şey olmalıdır.

Yukarıda söz ettiğimiz Beyazıd Bistami’nin sözlerindeki yanlışa paralel bir durum, İran İslam devrimi önderi Ayetullah Humeyni (ö. 1989)’nin İslam'da Devlet adlı kitabındaki sözlerde mevcuttur: "İmamların manevi makamları vardır. Bu manevi makamlar ilahi külli hilafet makamını ifade eder. Bu hilafet gereğince bütün zerreler veliyy-i emr'e boyun eğerler. İmamiyye itikadınca bu manevi makamlara melek-i mukarreb ve nebiyyi mürsel de erişemez." (Sarmış, 2005: 145). Humeyni'nin bu yaklaşımı sünni mutasavvıflardan duyabileceğimiz "hatemü'l-evliya"nın (velilerin sonuncusu) son peygamberden üstün olduğu" iddiasına benzemektedir ve her ikisi de yanlış olup vahiyle çelişen bozuk itikatlardır.

Şia'da imamların Hz. Muhammed (s) dışındaki peygamberlerden daha bilgili olduklarına inanılmaktadır. Cafer es-Sadık'a (ö. 765) atfedilen bir rivayette onun bilgisinin hem Hızır, hem de Musa'dan daha fazla olduğu ifade edilmektedir. Zira Hızır ve Musa'ya sadece vuku bulmuş hadiselerin bilgisi verilmişken kendisi, hem olanı hem olacağı bilmektedir (Akman, 2013: 95). Halbuki Kur'an'da adına Hızır denilmeksizin eylemlerinden söz edilen salih kul’a gaybi bilgiler verildiğinden söz edilmektedir: "(Öldürdüğüm) delikanlıya gelince, onun annesi ve babası mümin kimselerdi. Delikanlının, annesini babasını, aşırı sevgileri sebebiyle kendisi gibi azgınlığa ve küfre sürüklemesinden korktuk, dedi." (Kehf, 18: 80). Ayrıca Cafer es-Sadık peygamber değildir ki ona gaybi bilgiler verilsin. İmamiye'deki bu anlayış, Sünni tasavvufta da keşf ve ilham yoluyla Allahu Teala'dan gaybi hakikatlere muttali olunduğu iddiasıyla paraleldir ve her iki telakki de yanlıştır.

İmamiyyeye göre, Kur'an'ın gerçek tefsirini yalnızca imamlar bilir ve sadece onlardan gelen tefsir rivayetleri makbuldür. Zira Kur'an'ın tefsirini ancak evlerinde Kur'an'ın indiği kimseler bilirler. Bunlar da Hz. Peygamber (s)'in ehl-i beytidir. Onların evinden çıkmayan bilgi güvenilemez bilgidir (Akman, 2013: 98). Bu yaklaşım, Kur'an'ı doğru anlamayı "sağlam muhakeme sahibi olmaya değil" bir soya mensubiyete bağlamaktadır. Sünni tasavvuftaki seyyidlik kurumuna benzer şekilde, Hz. Peygamber (s)'in soyundan olmak "dinde öne geçmeye" gerekçe kılınmaktadır. Halbuki Hz. Nuh'un oğlu ve hanımı, Hz. Lut'un hanımı kendi dönemlerinde "ehl-i beytten olmalarına rağmen" dine karşı tavır almışlardır. Ayrıca Kur'an'a göre, Hz. Peygamber (s)'in ehl-i beyti onun eşleridir. Onun eşlerine yönelik ayetlerdeki emirler dikkate alındığında, İmamiyyenin kastettiği gibi o ayetlerin muhatabının Hz. Ali ve oğullarının olması mümkün değildir.

Görüldüğü gibi, İmamiyyede bulunan yanlışlar sünni tasavvufta da farklı bir tonla/kavramlaştırmalarla da olsa mevcuttur. Doğru olan, herkesin kendi kültüründeki mevcut inançlarını Kur'an'a onaylatması değil, onları Kur'an süzgecinden geçirmesidir. Aksi takdirde ahirette şu şikâyetin muhatabı olmak gündeme gelir: "Ve elçi dedi ki: Rabbim gerçekten benim kavmim, bu Kur'an'ı terk edilmiş (bir kitap) olarak bıraktılar." (Furkan, 25: 30).

Akman, Mustafa, "Şii İmamet Düşüncesinin Mahiyeti", Kur'ani Hayat Derg., S. 30, İst., 2013. (s. 93-102).

İbni Manzur, Ebu’l-Fadl Cemâluddîn, Lisânu’l-Arab, 15 c., Daru Sadır, Beyrut, ts.

Sarmış, İbrahim, Tasavvuf ve İslâm, 4. bs., Ekin Yay., İst., 2005.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Çok uzun metinler, küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,Türkçe karakter kullanılmayan yorumlar onaylanmamaktadır.