Mustafa Yiğit
Sıfır Noktasındaki Hayatlar
Beyoğlu’ndayım…
Eski Yeşilçam Sokağı’nda yürüyorum, gecenin geç vakti, hava ayaza çalmış...
Gece pek tekin olmazmış buralar. Ne de olsa Beyoğlu, iti var kopuğu var, diyorlar...
Ama ben ısrarla bu ıssız sokaklarda dolanıyor ve çay ocağı arıyorum.. Sıcak bir çay içeceğim. İçimi ısıtacak, soğuğu kıracak sıcak bir çay.
Nihayet buluyorum aradığımı, küçük taburelerden birine ilişiyorum.
Çay geliyor, yudumluyorum.
Bu yudumla adeta hayata yeniden geliyorum.
Biraz sonra yanıma, saçlarının beyazı siyahından çok, yaşı altmışı bulmuş, peşmurde bir kadın yaklaşıyor. Hemen yan taburelerden birine oturuyor. Bir çay da o istiyor.
Çayevinin sahibi “Hemen getiriyorum İpek Abla” diyor.
İpek Abla bu sefer bana dönüyor ve “Bir sigara verebilir misiniz beyefendi” diyerek mahcup bir şekilde sigara istiyor.
Sigara paketini uzatıyorum, bir tane alıyor, “Paketin tamamı sizin olabilir” diyorum. Yine aynı nezaketle “Olmaz” diyor, teşekkür ediyor...
Bakışıyoruz, susuyoruz, susuyoruz...
Konuşacak çok şeyimiz varmışçasına susuyoruz…
Sabaha kadar sürecek bir konuşmanın başlangıcı olacak bu susmalar, biliyorum...
Anlatacak çok şeyi var, hissediyorum.
Ama ben nereden başlamalıyım bilemiyorum..
Çaycı yetişiyor imdadıma, “İpek Abla bugünkü çayını da içti” diyor.
Her gün gecenin ilerleyen vaktinde gelir ve bir bardak çay içer gidermiş. Ona bedavaymış çay.
Çaycı bu malumatları verir vermez seğirtip gidiyor.
Ve baş başa kalıyoruz İpek Abla ile...
“Bu sokaktan kırk yıldır geçerim” diyor. “Geçmek istemiyorum, bugün gitmeyeyim diyorum, ama dayanamıyor ve geliyorum buralara her gün...”
Sonra “Sen beni bilmezsin, yaşın çok genç değil mi” diyor...
“Evet, yaşım genç ve sizi yeni tanıdım. Zaten ben İstanbullu da değilim. Aslen Konyalıyım. Ama ayda bir İstanbul’a gelir gezerim, severim İstanbul’u…” diye karşılık veriyorum.
Hemen heyecanlanıyor, “Konya’ya gidersen… Mühendisi bul, şimdi büyük adammış beni ona sor” diyor. Şöhretli olduğu dönemde Konya’ya çok gelmiş İpek Abla. Ben mühendisi nasıl bulacağımı soruyorum, “Zenginmiş, 118 bilir ” diyor muzipçe.
Çok sevimli biri.
Konuştukça daha çok seviyorum İpek Abla’yı. Ve sadece ben değil Beyoğlu sokaklarında herkes seviyor Onu.
Bunu anlamak onun yanında için beş dakika oturmanız bile yetiyor. Bugünkü iaşesi Beyoğlu’nun iki esnafındanmış, yanımıza yaklaşıp ellerindeki poşeti bırakıyorlar İpek Abla’nın ellerine ve onunla şakalaşarak yanımızdan ayrılıyorlar..
Eskiden çok şöhretliymiş... Pek çok filmi varmış, gazinolarda şarkı söylermiş.
Şöhretten bahsedince “Aysel İpek benim adım, ama beni daha çok İpek Abla diye bilirler” diyor, sohbetimizin ilerleyen bölümlerinde. “Her şeyi gördüm, her şeyi yaşadım. Aşkı da, terki de, köşkü de, tek odalı otelleri de” diye devam ediyor gözünün önüne düşmüş kaküllerini papatya figürlü tokasıyla toplarken..
Nerede oturuyorsun sualime biraz da hüzünle karışık bir tebessümle “Çok uzakta…” diyor. Çok uzak, yani neresi olursa... Şimdilik Rize Otel’e kalıyormuş.
Sonra bir sergiden bahsediyor, bu hüzünlü havayı dağıtmak istercesine, geçtiğimiz günlerde yapıldığını söylüyor. O da bu serginin baş konuğu ve konusuymuş.
Merakla soruyorum, “Ne sergisiydi bu, senin gözlerinin içini güldürecek kadar önemli bir şey olsa gerek” diye.
Cevaplıyor heyecanla, “Benim hayatımdan esinlenmişler” diyor ve ardından dalıyor uzaklara...
Soruyorum, ayrıntısını bilmiyor. Fotoğraflarını çekmişler. Bir sürü gazetelerde çıkmış bu yaştan sonra. Elbiseleri de o kadar iyi değilmiş, utanmış biraz, ama olsunmuş, ömrünün son deminde yeniden şöhreti yakalamış.
Sonradan öğrendim; sergi sahipleri Gül Ilgaz, Nazan Azeri ve Nancy Atakan’mış. Sıfır noktasına itilmiş hayatlar üzerine kurgulanmış bir sergiymiş, on gün sürmüş.
İpek Abla haklı...
Sergi tam da onu ve onun gibi yitirilmiş hayatları anlatan bir isme sahip:
“Hayat ve Kör Talih.”