Prof. Dr. Ramazan Altıntaş
Standart bir dindarlık var mıdır?
Bayezid’in zamanında bir kâfir vardı. Ona kutlu bir Müslüman dedi ki:
Ne olur Müslüman olsan da yüzlerce kurtuluşa erişsen, ululuklar bulsan.
Kâfir dedi ki: Eğer Müslümanlık, âlemin şeyhi Bayezid’in Müslümanlığı’ysa,
Ben ona takat getiremem.O, benim çalışmalarımdan çok üstün.
Dine, imana inanmıyorum ama onun imanına adamakıllı iman etmişim.
İmanım var ki o, herkesten yüce, pek lâtif, pek nurlu.
Ağzım adamakıllı mühürlü, iman edemem ama gizliden gizliye onun imanına müminim.
Yok eğer sizin imanınız, imansa ona ne meylim var, ne iştahım.
İmana yüzlerce meyli olan, sizi gördü mü soğur, kesilir.
Çünkü sizin imanınızdan adam, yalnız bir ad görür, manası yoktur. Nasıl olur da çöle kurtuluş yeri denir?
Sizin imanınıza bakan kişinin imana olan sevgisi soğur gider. (Bkz. Mevlânâ, Mesnevî, çev. V. İzbudak, V, 283-84)
Yukarıdaki metin Mesnevî’den alınmıştır. Aslında bu metnin devamında Hıristiyan bir toplumda estetik açıdan insanları İslam’dan nefret ettiren bir dindarlık tasviri yapılıyor. Sanki Mevlânâ, günümüzün farklı uçlarda seyreden dindarlığını anlatır gibi. İşte Mevlânâ’yı canlı, aktüel ve diri tutan kullandığı bu evrensel dildir. Görüldüğü gibi Mevlânâ iki Müslüman tiplemesi çiziyor bize. Birisi Tezkiretü’l-Evliyâ kitaplarında yer alan bir Müslümanlık tasviri. Çoğumuz bu menkıbeleri okuduğu zaman, ne yaşamışlar be! Bizim böyle bir Müslümanlığı yaşamamız mümkün değildir, deyip geçtiğimiz cinsten… Gerçekten yaşanması kolay olan dinimiz, zaman içerisinde bir takım ritüellere ve kurallara boğularak yaşanmaz bir din haline getirilmiştir. Zaten Mevlânâ’nın da kurgusundan anladığımız gibi, kâfir-müslüman diyalogunda, kâfirin, “Bayezidvâri bir dindarlığa takatimiz yetmez, ama böyle bir Müslümanın dindarlığının samimi olduğuna da inanırız” şeklinde bir görüş belirtiyor. İşte bu, menâkıbnâmelerdeki Müslümanlık anlayışı.
Diğeri ise, sözde Müslüman ya da Necip Fazıl’ın dediği gibi ‘kafa kağıdı’/nüfus cüzdanı’ Müslümanlığı. Teoride Müslüman’ım diyor, ama pratikte, helâl-haram sınırlarına riâyet edip etmeme konusunda sınıfta kalmış bir Müslüman prototipi. Mevlânâ’nın anlatmak istediği gibi, her iki dindarlık tipi de bir türlü vasatı yakalayamamış bir firâri içerisinde. Günümüzün Müslüman toplumlarında bu iki tip dindarlığın sahnelendiğini görüyoruz. Nedense bir türlü, ayağı yere basan bir İslam ve Müslümanlık anlayışını ortaya koyamıyoruz. Belki de değerli okurlarımız diyecekler ki, madem böyledir, siz ortaya koyun? Böyle bir sorunun muhatabı sadece ben olmamalıyım. Nasıl ki Mevlânâ m. XII. yüzyılda böyle bir sorun görmüş, sorunu ortaya koymuş ve gerek yaşam biçimi ve gerekse geride bıraktığı zengin kültür mirasıyla mutedil, vasat bir İslam anlayışı ortaya koymaya çalışmışsa İslam konusunda uzman olan her akademisyen, her bilge kişi de kendi zamanlarında bu soruya cevap araması gerekir. Bu sorun hemen bugünden yarına çözülecek bir sorun da değildir, aksine, tartışılmaya başlaması bile bir ilerleme sayılır.
İslam adına konuşan ve yazan kimseler çok büyük vebal taşıdıklarının şuurunda olmalıdırlar. Bir defa insanların kalb ve zihin dünyalarıyla oynanıyor. Nesillere mal olacak bir mirasın temsilcisi oluyoruz; ama doğru, ama yanlış. Doktor-hoca hikâyesinde olduğu gibi. O halde, daha çok doğruya yönelik mesâilerimizi yoğunlaştıralım. Allah’ın iradesinin söz şeklinde insanlara sunumu olan vahyin doğru bir yöntemle anlaşılması adına ciddi gayretler sarf edelim. İnsanları İslam’dan soğutmanın hesabını zor veririz. Yaşadığım örnek olaylardan birisini anlatmak istiyorum. Bir yerel televizyonda programa katıldım. Kendisini modern ve de tanrıtanımaz olarak tanımlayan sosyoloji mezunu bir bayan canlı yayına katıldı. “Hocam, dedi, ben dindar ailelerin yaşadığı bir apartmanda yaşıyorum. Komşularımızın geneli mütesettir hanımlar ve sakallı amcalardan oluşuyor, yani, dindar bir çevrede yaşıyorum. Çoğu sufi İslam’a mensup. Muharrem ayında bilirsiniz Anadolu’da ‘aşure’ çorbası yapılır ve komşulara dağıtılır. Baktım komşumuz olan falan hacı teyzemiz apartmanda herkese çorba dağıttı, gözümün içine baka baka şuurlu olarak bizi atladı. Ben son zamanlarda İslam’a ilgi duyar olmuştum. Bu olay beni derinden etkiledi. Kendilerinden görmedikleri için biz resmen dışlanmış olduk. Şimdi bana söyle ben bu insanları nasıl seveyim, İslam dini böyle ayırımların yapılmasını mı öğütlüyor? Dışlamacı bir İslam anlayışı olur mu? Benim onların çorbasına ihtiyacım yoktur. Biz aile olarak hali vakti yerindeyiz. Ama Hacı teyzemizin bu tavrı benim gönlümü yaraladı” diyor. Ben kendisine bu tavrın Müslümanca bir tavır olmadığını, komşuluk ilişkileri üzerinde İslam’ın çok durduğunu, bu konuda din veya ideoloji ayrımı yapmadığını, hatta peygamberimizin “komşunun komşuya mirasçı olacağını zannettim” buyurduğunu, Yahudi komşularını bizzat ziyaret ettiğini filan anlattım. Hatta kendisine Mehmet Akif’in “galiba Müslümanlık göklerde!” diye başlayan mısralarını okudum. Maalesef, insanların gönlünü İslam’a ısındıralım derken, Mevlânâ’mızın dediği gibi soğutuyoruz. Öyleyse itici bir İslam anlayışından cezbedici bir İslam anlayışına yönelmenin zamanı geçiyor gibi. Küresel düzeyde İslam dünyasının yaşadığı sıkıntıların altında biraz da İslam’ı iyi özümseyememek ve temsil eksikliği yatıyor, diye düşünüyorum. Siz ne dersiniz?