Şükrü ŞENGÖNÜL
Dedesinden ve babasından kalan Hacı Şükrü Kebabı'nı marka haline getiren ve Konya insanına olduğu gibi yerli ve yabancı turistlere de bu lezzeti sevdiren Kebapçı...
Konya’nın meşhur ve meçhul yüzleri-111
Kebapçı Şükrü Şengönül
Hazırlayan: Uğur ÖZTEKE
Konyamızın Türk mutfağına altın harflerle geçmeyi başarmış kebapçısı… Kebapçı Şükrü’nün üçüncü kuşak temsilcisi Kebapçı Şükrü Şengönül, dedesinden ve babasından kebapçılıkta aldığı el ile bugünlerde bu lezzeti yaşatmaya devam ediyor. Hiçbir yerde yazılmamış görüntülenmemiş yönleri ile yani “meçhul”leri ile karşımızda. İsterseniz günümüzde bugün tarihi Kebapçı Şükrü’nün adını bile almış olan üçüncü kuşak torunu Kebapçı Şükrü Şengönül’ün ağzından babasını ve dedesinin de bazı özelliklerini dinleyerek sohbetimize başlayalım.
TARİH YAZMAYI BAŞARAN USTA HACI ŞÜKRÜ ÇEŞMECİ
Konya’da 1885-1949 yılları arasında Bedesten’de küçük ahşap binada yaptığı kebaplar ile Anadolu damak tadının unutulmayacakları arasına girmeyi başaracak olan Hacı Şükrü Çeşmeci, kentimizin yerli köklü ailelerindendir. İşindeki başarısını ve istikrarını otoriter, işinden taviz vermeyen yapısı ile sağlayan Hacı Şükrü Çeşmeci, yılın sekiz ayında dükkânı çok güzel çalışmasına ve para kazanmasına rağmen, bu dükkânını yılın dört ayı -evet yanlış okumuyorsunuz- yılın dört ayı kendisi isteyerek kapatıyormuş. Çünkü o aylar doğan kuzuların serpilme büyüme ayları imiş. Ticaretini askıya alan, dükkânının kepengini indiren Hacı Şükrü Çeşmeci bu aylar içerisinde hayvanların büyümesini, serpilmesini bekler ve dükkânını tam dört ay kim ne derse desin açmazmış.
TARİHİ MİRAS DAMAD VE YEĞEN OLAN HACI ALİ ŞENGÖNÜL TARAFINDAN KORUNMUŞ
1907’den 1949 yılına kadar yani hayata gözlerini kapatıncaya kadar bu işi yapmış. Vefat edince de hem damadı hem de yeğeni olan aynı zaman da bu bölümdeki konuğumuz olan Şükrü Şengönül’ün babası Hacı Ali Şengönül’e bu işi, dükkânı, tarihi mirası, tarihi ocağı bırakmış. Hacı Ali Şengönül de artık damaklarda, beyinlerde unutulmayacak şekilde yer edinen, mutfak tarihine geçecek olan ocağa aynı titizlikle -ondan aldığı görev bilinci ile- 2001 yılının Haziran ayına kadar, yani vefat ettiği tarihe kadar emek vermiş.
GAZYAĞCI AHMET AMCA, MUSTAFA GÜLNAFİZ USTA BİZİM OCAKTAN YETİŞEN USTALARDIR
Bakın Kebapçı Şükrü Şengönül dedesini, babasını ve kendi geçmişlerini nasıl anlatıyor: Evimiz Topraklık Hacı Ömerler’deydi. Kumköprü’de de bağımız vardı. Yaz aylarında buradaki bağ evinde kalırdık. Babamlar dört erkek kardeştiler. Babam çok anlayışlı bir insandı, garibanları himaye ederdi. Bir de annem anlatırdı ki; dedem o yılarda sabah namazı ile evden çıkar, poğaça alır, kadınlar pazarına uğrar, oradan da tereyağı alır ve yaklaşık bir kilo gelen poğaçayı yermiş. O yıllarda sabahları saat yedi-yedi buçukta esnaf eski garajın orda dükkânlarını açarmış; hatta o saatlerde kebap yiyenler bile olurmuş. Mesela Gazyağcı Ahmet amca, Ahmet Yarasa, Mustafa Gülnafiz Usta dedemin, babamın yanında çalışmış olan ustalardır. Mesela Mustafa Gülnafiz Usta tam 58 sene bizim yanımızda çalışıp hizmet etti.
Bir de dedemin çok güzel kahve keyfi varmış; mangalı varmış… Mangalı kendi yakar, kahvesini kendisi pişirirmiş. Bir de o zamanlar yağsız et satılmaz, yağsız kebap olmazmış.
DEDE BABAM ÇOK BAŞARILI BİR MAKİNİSTMİŞ
Dede babam makinistmiş. Hem de çok başarılı bir makinistmiş, çünkü makinistlikten ayrılmak istediği zaman Devlet Demiryollarına o zamanın parası ile 5 bin lira tazminat ödeyerek ayrılmış. Hatta kendisi askerliğini de Devlet Demiryollarında askeri okulda yapmış. Ama ailenin aldığı karar ile buradan, işte tazminat ödeyerek ayrılmış ve kebapçılığa başlamış.
BEN DE TOPRAKLIK’TA DÜNYAYA GELDİM
20 Ekim1951’de Topraklık Hacı Ömerler’deki evimizde dünyaya gelmişim. Babam Hacı Ali Şengönül, annem ise Fatma Şengönül’dür. Ben ailenin ilk çocuğuyum. Kardeşlerim Mehmet, Nesibe, Hatice ve evlenerek şu anda Suudi Arabistan’da olan kız kardeşim Meral ile mutlu bir çocukluk yaşadık. Benim dünyaya geldiğim Hacı Ömer Mahallesi o yıllarda Konya’nın en seçkin, en yerli ve köklü ailelerinin bulunduğu semtti. Mesela Sinangiller, Tahir hocalar, şapkacı Göğsüçukurlar, manifaturacılar hep bizim bu semtte otururlardı. Buradaki bütün evler cumbalı tarihi Konya evleri idi.
BOY BOS OLARAK ÇELİMSİZDİM
Okul çağına geldiğim zaman babamlar evimize en yakın olan Akçeşme İlkokulu’na beni yazdırdılar. Birinci ve ikinci sınıfı burada okudum. Mesela boyum 1.65. Bizim zamanımızda askerden gelmiş gibi iri yapılı 17 yaşındaki talebeler ilkokulda okurlardı. Koca koca çocuklar okuldan sonra sokakta tarlada ıncık boncuk, kemikten aşık oynarlardı. İlk öğretmenim Hatice hanımdı. Çok şık giyinirdi, güler yüzlü bir hanımdı. Bir gün öğretmenimiz “şu resmi duvara as” demişti ben de yerimden kalkmış, resmi duvara asmaya çalışırken birden dengem bozulmuş ve gürül gürül yanan sobaya yapışmıştım. Öğretmenimiz Hatice Hanım birden beni çekip kurtarmıştı.
KOMŞULARLA SOĞUKLUK İÇİLİR, YAT GEBERLİK YENİRDİ
Mahalleli birbirine çok tutkundu. Evlerin altında izbeler vardı. İzbelerdeki küplerde un, şeker, reçel ve turşular olurdu. Koca mahallede bir tek bakkal vardı. Bakkaldan da sadece gazyağı alınırdı. Et dışardan alınmaz düve kesilir, etlik yapılırdı. Komşularla gece 12’lere kadar oturulur, sohbetler edilirdi. Soğukluk içilir daha sonra acıkılır, yatgeberlik yenilirdi. Kavun gibi meyveler uçlarından iplerle çatıdaki tavana asılırdı. Pestil yapılırdı. Babam çok iyi pişmaniye ve arapaşı çekerdi. Bizim radyomuz vardı, mahallede ilk radyoyu Hacı Şükrü almış. Haber saatlerinde pencereyi açar, bütün mahalle haberleri pencereden dinlermiş.
BABAMDAN GELEN ÇOK GÜZEL RESİM YAPMA KABİLİYETİM VARDIR
İlkokulda çok güzel resim yapardım, bu bana babamdan genetik olarak gelen bir kabiliyettir. Resmim çok iyi olduğu için sanat okulunda da makine resim bölümüne gittim. Yıl sonu sergilerinde planya, tezgâh, perspektif ve o makinenin her bölümünün resimlerini yaptım.
Bu bölümde hatta ortaokulda Abdullah Türmak ile birlikte okuduk Babam çok yetenekli bir adamdı. Misafirliğe gittiğimiz zaman tüm çocuklar babamın başına toplanır, o da kâğıt şekerlerin içindeki şekerleri eliyle yumuşatır, hayvan şekilleri yapardı. Bazen kuru sabundan hayvanlar yapardı. Babam her sene Topraklık Camii’nin boya işini kendisi yapardı. Yağlı boyadan kandil yapardı. Babamın bir özelliği de 250 gramlık 1934 ve 1936 tarihli gramları sıralar, bir üfleyişte hepsini birden yıkardı. Babam 450 gramı üfleyerek yıkarmış. Babam hiçbir zaman güneş doğduktan sonra uyanmamıştı. Yedi yaşından bu yana da namazını kılarmış. Babam otuz, otuz beş sene üç ayları tuttu. Öyle ki yaz aylarında bile fırının karşısında çalışır, iş bitince de erkenden eve gider, hanımlar evde yoksa yemekleri kendisi hazırlar, onların gelmesini bekler, onlar gelince yemeğini yermiş. Öyle ki onun oruç tuttuğunu kimse bilmezmiş. Babam çok sakin bir adamdı, küfür etmezdi. Geçinemeyen, boşanmaya ayrılmaya karar veren gelin ve damatların arasını bulurdu. Mahkemeye boşanmak için gidenlerin bile arasını yapardı. Ben de cumartesi ve pazar günleri yaz aylarında okuldan kalan zamanlarda dükkana gider çalışırdım.
DEDEM BİR ANTİKA HASTASI İDİ
Dedem antika hastası imiş. O zamanlar Koyunoğlu Müzesi, Etnografya Müzesi, Arkeoloji Müzesi yokmuş. O dönemlerde dedem Tellal Pazarı’na mutlaka uğrar, antika eşyalara bakar, gözünün tuttuklarını da alırmış Bir gün dedemin dükkânına İstanbul’dan bir Yahudi gelmiş. Dedem o zaman kebapları yaklaşık 150 yıllık porselen tabaklarda verirmiş. Yahudi o gün dedemden 100 gr kebap istemiş ve yedikten sonra tabakları kendisine satmasını istemiş… Dedem bu teklifi kabul etmemiş, bu Yahudi ertesi gün yine gelmiş bu kez 150 gram kebap yemiş ve yine tabakları satmasını dedemden istemiş. Dedem yine ona “olmaz” demiş. Ertesi gün bu adam yine gelmiş ve 200 gram yemiş, dedem yine olmaz demiş. Bir gün sonra Yahudi yine dükkâna gelmiş, dedemin gözüne girmek için bu kez 250 gram kebap yemiş, ama pat diye oraya düşüp kendini kaybetmiş. Çünkü fenalaşmış. Daha sonra adam bir süre sonra kendine gelince, dedem bakmış adam bu yüzden ölecek, tabakları toplamış kendisine vermiş.
Antikacılıkta bir söz vardır. “Dedeler toplar, oğlanları satar, torunlar tekrar toplar”. Bu bizim ailede de aynen böyle oluyor. Dedemin topladıklarını babam küllük diye dağıtmış, şimdi ben topluyorum. Müzelere kayıtlı olarak topladığım eserlerle bugün Türkiye’nin sayılı antikacıları arasındayım
KOYUNOĞLU İZZET AMCA ELMA ŞEKERİNE BİR SEPET DEDEMİN ANTİKALARINI İSTEMİŞTİ
Koyunoğlu İzzet Amca bizim komşumuz idi. Onun evinde birbirinden farklı çok sayıda böyle eserler vardı. Bir sabah ona “ben sizin evi eşyalarınızı gezebilir miyim” dedim o da bana “evi ve ardiyeyi süpür ondan sonra bakabilirsin” dedi. Canıma minnet idi, yerler sille taşı… Her yeri temizledim ve onun evini, antika eşyaları gezdim, onlara hayranlıkla baktım. Koyunoğlu İzzet Amca bir gün bana “dedende bunlardan var. Onlardan al gel, onları bir sepete koy, ben de sana elma şekeri vereyim” dedi. “Ben manyak mıyım dedemin eşyalarını sana niye vereyim” diyerek küfrü bastım ve oradan çıktım. İşte o çocukluk heyecanı bugün bende hastalık haline geldi. Bu işte tarihi severim. Anadolu medeniyetini, dünya mirası olarak görüyordum. Müze ile birlikte hareket ediyorum, ben bu eşyaları tutarken hiç benim elimden tutan olmadı. Elinden kazı malzemesi ile gelenin elindekileri asla almam. Çünkü eğer ben onu alırsam onu ödüllendirmiş olurum, o da yine izinsiz kazı yapmaya devam eder. Allah’a şükürler olsun ki bugüne kadar bu işten hiç başım ağrımadı. Çünkü kanunsuz ve müzeden habersiz hiçbir iş yapmadım. Çünkü ben hiçbir zaman bunun ticaretini yapmadım.
İLKOKUL ÜÇÜNCÜ SINIFTA DEVRİM İLKOKULU’NA GİTTİM
İlkokul üçüncü sınıfa geçtiğim zaman Devrim İlkokulu’na gittim. Çünkü 1963 yılında evimiz o zaman fuarın orada idi. Fuarın şimdiki giriş yerinde bizim evlerimiz vardı. Belediye buraları aldı ve bize yan taraftan arsa verdi. Onun için de okulumu evimize yakın olsun diye değiştirdim; böylece Devrim İlkokulu’na gittim. Burada öğretmenim Melek Uzun’du. Çok hanımefendi bir hoca idi. Çok titizdi. Ben şimdi nerede masanın üzerinde bir çatal bıçak görsem o hocamız gözümün önüne gelir. Çünkü bizim zamanımızda bizim soframızda çatal bıçak yoktu. Bizim böyle bir sofra yemek yeme kültürümüz yoktu. O öğretmenimiz bize çatal bıçak kullanmayı bile öğretmişti.
BABAM İÇİN İŞİNDEN SONRA EVİ GELİRDİ
Rahmetli babam işinden sonra çocuklarını sever, bizlerle ilgilenirdi. Bizim geleceğimiz için belediyenin bizim evimize karşılık verdiği yere üç katlı bir ev yaptırdı. Babam daha sonra burayı beş kata çıkardı, şimdi de ben annem ve birader birlilikte aynı apartmandayız.
SANAT OKULU MAKİNE RESİM BÖLÜMÜNE GİTTİM
İlkokulu bitirdikten sonra Sanat Okulu orta kısmına gittim. Orta kısmından sonra ise lise üçüncü sınıfta makine ressamlığı bölümüne gittim. Sanat okulunda makine ressamlığı bölümünde hocamız Ali Ulusoy’du. Ali Hoca daha sonra vefat etti. Ali Hoca çok titizdi. Tabii resim yapıyorduk. Mikrometre kumpas, model, kalıp, döküm, torna, tavsiye, honlama bölümlerinden geçtik ama hocamız gerçekten çok aşırı titizdi. Ama aynı zamanda da kendi cebinden para verir, bize kitap alırdı. Sınıfta bir tane rapido kalem vardı, herkes sıraya girer, rapido kaleminin kendisine gelemsini beklerdi. Hocamız daha sonra para topladı ve hepimize birer rapido kalem takımı aldı. Yine içimizde kalender arkadaşlar vardı. Bizim bir teksir odamız vardı. Burada metinleri para karşılığı çekiyorduk. Toplanan paraları hocamız veya döner sermaye almıyor, bu arkadaşlara üst baş alınıyordu… Çok güzel bir dayanışma örneği veriyorduk. O dönemde sınıfta mevcudumuz 16 kişi idi. Birlikte okuduğumuz arkadaşlarımız arasında hatırladıklarım Faruk Ulular, M. Ali Oflaz, Saffet Uysal gibi isimler…
ÇİFT SİLİNDİRLİ BMW MARKA MOTOSİKLETİM, BİR DE 60 MODEL OPELİM VARDI
O zamanlar çift silindirli BMW marka bir motosikletim vardı. Bir de rahmetli babaannem bana 60 model Steyşın tipi Opel marka bir araba almıştı. Boş vakitlerimde saatlerce motorumu ve arkasından da arabamı silerdim.
VATANİ GÖREVİMİ YAPMAK İÇİN MARDİN MİDYAT’A GİTTİM
Vatani görevimi yapmak için Mardin Midyat’a gittim. 1971-1972 yılları idi. Midyat’ ta kilise çanları ile uyanırdık. Estel’de bir cami vardı, oradan da uzaktan uzağa ezan seslerini duyardık. Bizim tabur 10-15 yıldır teftiş edilmemişti. Bir gün bir haber geldi, teftiş edilecekmişiz. Jandarma Genel Komutanı Orhan Yiğit’di. Bölük komutanımız bizim bölüğün şemasını bana duvara yağlı boya ile yapıp yapamayacağımı sordu; ben de bir gün sonra “yaparım komutanım” dedim. Yaptım. Daha sonra Tabur Komutanımız yağlı boya ile büyük bir pencerenin duvar ile kapatılmış yerini gösterdi ve “Buraya insanlar baktığı zaman İstanbul boğazını seyrediyormuş gibi hissetsinler” dedi. “Peki” dedim. Ama hazır boğaz kart postalları istedim. Bir ara komutan gitti-geldi ve bana “Asker sen bu işi yapamayacaksın” dedi. Ben de “Komutanım önce pencereyi ve zemini doldurdum, yapacağım” dedim. Ester’de astsubayların ve subayların evi vardı. Bana oradan bir ev verdiler… Çünkü çok büyük bir pencere idi, 3 metreye 2 metre büyüklüğünde. Bir gün “Tabur Komutanı geliyor” diye herkes dışarıda hazır ola geçmişti. Meğer gelen Tugay Komutanı’ymış… Ben en son basamakta idim… Tugay Komutanının içeriye girdiğini görünce merdivenden inmek istedim, bana “inme asker orada kal” dedi. Daha sonra beni astsubay orduevine götürdüler, orada da iki duvara resim yaptım. Daha sonra Mardin’e tugaya gittim…
BABAM YANIMIZDA ÇALIŞTIRDIĞIIMIZA 20 LİRA BANA 5 LİRA VERMEYE DEVAM EDİNCE
Askerden döndüm geldim; babamın yanında çalışmaya başladım. Yeniden dükkâna girmiştik. Ama babam yanımızda çalışan 20 lira alıyorsa bana 5 lira para veriyordu. Ben yine de sabrettim bir ay, iki ay, üç ay derken babam hala bana aylık beş lira veriyordu. Baktım bizim dükkândan bana hayat yok, babama “ben burada çalışmayacağım” dedim ve dükkândan ayrıldım. Karaaslan’ daki Toprak Su Araştırma Enstitüsü’ne adam alacaklarmış, ben de imtihana girdim. Ama imtihana diğer girenlerin arasında eli kalem tutan herhalde tek benmişim. İmtihana girdim ve kazandım. Yıl 1973’tü… Burada da sekiz ay çalıştım. Müdürümüz Necdet Bey’di. Çok iyi bir insandı. O zamanlar tarla günleri yapılıyordu. Mesela fasulyenin resmini çekiyor kitaplara bunu yapıyordum, bu kitaplar çok ödüller aldı Ankara’dan. Bir gün müdürümüz izne ayrılmıştı. Ben ise hiç izin kullanmamıştım. Yerine müdür vekili olarak muavin Oflaz Bey bakıyordu. Millet öğle tatilinde top oynarken ben hiç mola vermeden çalışıyordum. Bir gün mektupları, evrakları getiren postacı dediğimiz arkadaş da izinliymiş, bana jeepi verdiler, “PTT’ye git evrakları mektupları al gel” dediler. Ben PTT ye gittim. Evrakları götürdüm. Tam o sırada PTT’de Almanya’dan gelen amcamla yengemi gördüm… Onlara “hemen evrakları bırakayım geleyim” dedim. Tekrar Enstitüye döndüm müdür vekiline durumu izah ettim. Bana “olmaz izin yok” dedi. Ben de işe başladığım günden bu yana bir gün dahi izin yapmadığımı söyledim. O yine olmaz deyince ben de “izin versen de vermesen de gidiyorum” dedim ve çekip gittim.15 gün sonra müdür görevine başlamış beni sormuş. Oflaz Bey 1”5 gün izne ayrıldı” demiş. Yalan söylemiş. Bir gün biz babamla fuarın önündeki evimizin önünde ağaçları suluyorduk, onun evi de Alaaddin’e bakıyordu. Ben onu görünce içeriye kaçtım, beni görüp çağırdı “gel kaçma ne izni” dedi. Ben de izinde olmadığımı söyleyip yaşadıklarımı söyledim, bana “sen gel bakalım” dedi. Tekrar gittiğim zaman ne kadar iş varsa yine bana yüklediler. Boynuma bir fotoğraf makinesi taktılar, fotoğrafları çekmeye başladım. Topograf işini de yapmaya başladım. Daktilo verdiler çektiklerini sen kendin yaz dediler sonra da. Kütüphaneyi bana verdiler, 45 gün de burada çalıştım ama bir gün vitesten attım. Ve çekip memuriyetten ayrıldım.
ANKARA’DA OTOMOBİLLERİN ZİFTLENDİĞİNİ GÖRDÜM SANAYİDE OTO ŞENGÜL OLARAK NAM SALDIM
Babaannem Karatay Sanayii’nde 23 bin liraya bir dükkân almıştı. Babama “bana beş bin lira ver ben bu dükkânda çalışacağım, dükkân açacağım” dedim. Babam önce razı olmadı ben ısrar edince birlikte bankaya gittik. Parayı çekti bana verdi; suratı limon gibi sapsarıydı. Parayı aldıktan sonra Ankara’ya gittim. Ne iş yapayım diye düşünürken otomobillerin altlarının ziftlendiğini gördüm. Bu zift yapılan dükkâna girdim. 1974 yılının Aralık ayı idi. Oranın sahibine “benim sıfır mercedesim var. Ben de onun altına iki üç kat bundan yaptırmak istiyorum ama nasıl oluyor, bana önce bunu bir anlatın, öğreneyim” dedim. Adam bana bunun nasıl yapıldığını tek tek bütün ayrıntıları ile anlattı. Bu arada dökümün üzerinde kimya evi yazıyordu. Oradan ayrıldım, direkt gittim kimya evini buldum. Konya’da otomobil ziftleme işini yapmak istediğimi söyledim, adamlar kabul ettiler. Konya’ya geldim, dükkânda oto ziftleme işine başladım. Ama bu işlerden hiç anlamadığım için bir gün kompresör makinesi tıkanmış çalışmıyordu. Elektrikçi Mehmet Ertaş vardı. Onu çağırdım, yerinden zor kalkardı neden sonra bisikletine atlayıp geldi; bir baktım ki kompresör tıkanmış, ağzını açtı makine çalıştı… Yani bu işi hiç bilmiyordum çünkü mesleğim değildi ama yine de yapıyordum. İlk müşterim bir man kamyonu idi… Hasan dede vardı karasörcü… “40-50 bin liram oluncaya kadar bu işi yapacağım” dedim. Bu arada yedek parçacılık işine başladım. 10 sene bu işi yaptım. Konya’nın en büyük reno acenteliğini aldım. 1977’de toptan yedek parçacılık yaptım. Allah verdi… Türmak Kazım amca beni çok severdi; bana malı verdi ben sattım sattım parasını öyle ödedim. Benim sanayide Oto Şengül diye namım çıktı. Konya’da yine ilk ışıklı levhayı ben yapmıştım. Bu arada hep 60 bin liram olduğu zaman evleneceğim diyordum…
ÇİFT BAYRAK İSMİNDE İLK YABANCI SERMAYELİ ŞİRKETİ BEN KURDUM
Daha sonra Arabistan’da yaşayan bacanağım ve kayınbiraderim ile İstanbul’da Göztepe’de bir dükkan aldık ve anonim şirket kurduk. İlk yabancı sermayeli şirketi ben kurdum; adını da Çift Bayrak AŞ koyduk… İç ve dış ticaret yapıyorduk. Biz piyasaya girince İstanbul iş âlemi alarma geçmiş. “Arap sermayesi geldi” diye. Bu arada Kolat İsmail Hakkı’nın abisi Erhan’la paslaştık. Rahmetli Özal döneminde fatura dönemi başlamıştı… Japonlar geldi. Adamın biri benim kartvizitimi almış Arapça yazılar yazdırmış. Bu arada parçacılık da devam ediyordu. Konya’da babam bedestendeki yeri yıktı yeni yer yapmıştı. Ben de oradaki dükkânda beyaz eşya, elektronik eşya işi yapıyordum. Hacı ile hesap gördük. Elektrikli battaniye örgü makinesi işi filan yapıyordum. Karadenizli biri vardı, örgü makinelerini görmüş. Bu adam Arabistan’da da çalışmış… O zamanlar biz 400 liraya iki ayrı gazeteye ilan vermiştik… Bu ilanları görmüş, “Bana Karadeniz’in bayiliğini verin parasını peşin ödeyeyim” diyordu. Hacı “Olmaz” dedi kabul etmedi.
BABAM HACCA GİDERKEN DÜKKANA GELMEYECEKSEN KEPENKLERİ İDİR DEDİ
Babam hacca gidiyordu. Gidince de artık beş-altı-yedi ay orada kalıyordu. Bir gün yine hacca giderken bana “Dükkâna gel eğer bu işi yapmayacaksan kepenkleri indir kapat” dedi. 1987’de buraya yani Adalhan’ın karşısındaki yere gelmiştik. Ben de 1989’da diğer bütün işlerimi kapattım ve kebapçı dükkânına girdim.
GECELERİ TAKSİCİLİK YAPIYORDUM
1975’te evlendim. Hep “60 bin lira param olursa evleneceğim” diyordum… Ama 1975’te değil 60 bin lira üç katı param olmuştu. Hatta bir de arabam vardı. Bir de Murat 124 almıştım.
Akşamları saat 10’a kadar taksicilik yapıyordum. O zamanlar taksiler Konya’da nereye gidersEn git 5 lira idi. Ama ben para biriktirmek için taksicilik yapıyordum. Bakın aradan 30 sene geçti. Kime sorsanız hala beni sanayide Oto Şengönül olarak bilirler. 1975’te Fahriye Hanım’la evlendim. Bu evlilikten Ali, Ayhan ve Sema isimlerinde üç çocuğum oldu. Ben de sabahları 5.5-6’da evden çıkarım, işime gelirim.
DESİNATÖR RESSAM DEKORATÖR OLACAKTIM
Bu arada İstanbul Tatbiki Güzel Sanatlar Fakültesi’ne gittim, bir yıl okudum. Paşabahçe’de teyzemlerin evi vardı. Oradan çıkar İstinye’ye arabalı vapur ile gelir, oradan da Beşiktaş’a gelirdim. Kalem beş lira, köfte beş lira idi. Burada bir yıl okudum. Desinatör ressam dekoratör olacaktım. Bir gün babam bana “Burayı bitirince ne olacaksın?” dedi. Ben de “şöyle bir keçi sakal bırakacağım ağzıma pipo alacağım” dedim. Babam bunu duyunca çok kızdı “Sen orada çok para yiyorsun hemen dön gel Konya’ya” dedi. Baktım babam diretiyor, para göndermez ise okuyamayacağım bıraktık geldik Zaten doğrusunu söylemek gerekirse orada hep zengin çocukları okuyordu… Hocalarımızın hepsi yabancı idi.
BENİM ARTIK HAYATTAKİ HOBİM ANTİKA PARÇALAR
Babamdan gelen bir yeteneğim var. Çok güzel ve hemen pratik olarak kara kalem resim yapabilirim. Artık beni en çok mutlu eden hobim, hatta hastalığım haline gelen ise antika eserler, tarihi parçalar. Bugün elimdeki tarihi eserler ile Türkiye’nin sayılı antikacıları arasında gösteriliyorum. Ama bütün bunları yaparken hepsini müzelerle birlikte, onlarla bilgi alış verişi doğrultusunda, eserleri resmi olarak kayıt altına alarak yapıyorum. Bunlarla mutlu oluyor saatlerce uğraşıyorum. Bu konuda birçok eser okuyup bilgi sahibi oluyorum. Bu anlatılacak bir şey değil. Ancak yaşanır.