Doç. Dr. Murat Kayacan
Tek parti iktidarı tehlike mi
Tek parti iktidarı tehlike mi, Asr-ı Saadet mi?
21 Temmuz 2006 tarihinde CHP Konya il teşkilatında çalışan ve aynı zamanda gazeteci olan bir parti mensubuyla internet aracılığıyla yaptığım sohbette işittiklerim beni hayal kırıklığına uğrattı. Çünkü muhatabımca Türkiye’nin bir ordu devleti olduğu ifade edildi. Hatta bu durumu bilmediğim düşünülerek “Amerika’da yaşayıp yaşamadığım” soruldu. Daha sonra da Türkiye’yi CHP’nin kurduğu ifade edildi (Aslında burada bir siyaset kurumunu orduyla eşitlemek gibi siyasi harakiri ile sonuçlanabilecek bir durum da söz konusudur ama bu başka bir yazının konusudur.)
Bu verimsiz diyalogdan birkaç saat sonra Memleket gazetesinde Çetin Tofan beyin haberini okudum. Habere göre CHP Konya milletvekili Atilla Kart bey “Türkiye’de yeni bir süreç başladı. Bunun adı parti devleti olma sürecidir. Bu sürecin tamamlanabilmesi için AK Parti’nin önünde bir cumhurbaşkanlığı engeli kalmıştır” diyordu.
Parti mensubu, 1923 tarihini baz alarak CHP’nin (devlet) kurucu bir parti olduğunu ifade ederken, aynı partinin milletvekili “parti devleti”ni bir tehlike olarak zikrediyordu.
Bu diyalog ve haberin ardından Bernard Lewis’in Türk Tarih Kurumu’nun Türkçe’ye çevirerek yayınladığı Modern Türkiye’nin Doğuşu adlı eserini elime alıp 1923 sonrası “tek adam” ve parti devleti olarak görülebilecek “tek parti” dönemindeki olaylara bir bakıvereyim dedim. İşte bu döneme ait kitaptan bazı aktarımlar:
Şubat 1925’te doğuda Şeyh Sait önderliğinde bir ayaklanma çıktı. Olay üzerine hükümete olağanüstü diktatörlüğe varacak yetkiler verildi. Aynı yıl çıkan Takrir-i Sükûn yasası dört yıl yürürlükte kaldı. Kurulan İstiklal mahkemelerinin doğu illerinde faaliyet gösterenlerinin kısa sürede yargılama ve idam yetkisi vardı. Şeyh Said’in ve kırk altı arkadaşının yargılanması ve idam edilmesi iki gün içinde gerçekleşti. İzmir suikastı sanıklarının akıbeti de farklı olmadı. Ankara’da kurulan İstiklal Mahkemesi ise daha hızlı davranıyor ve infazı yargılama ile aynı günde gerçekleştiriyordu.
İstiklal mahkemeleri, soruşturmalarını sadece isyancılarla ya da suikast sanıklarıyla sınırlamadı. Hukuk kurallarına ve usullerine fazla aldırış etmeksizin, Mustafa Kemal’in bütün siyasal muhaliflerine karşı kovuşturma işine girişti.
1927’ye gelindiğinde askerî, siyasî, dinî bütün muhalefet susturulmuş, sindirilmiş ve umudu kırılmıştı. M. Kemal ve arkadaşları yeni fikirlerle dolu olmakla beraber, statü ve tabiat itibarıyla, yüzyıllarca askerlik ve imparatorluk tecrübesine sahip Osmanlı idareci seçkin kesiminin adamları idiler. Bu nedenle halka dalkavukluk yapmaya ihtiyaçları yoktu ve “itaat istemek ve görmek” güven ve otoritesine sahiptiler.
Bir yoruma göre M. Kemal, Cumhuriyet Halk Fırkası’ndan ayrı olarak kurulan Fethi Okyar’ın Serbest Fırkası’nı “idare edilebilir” bir muhalefet olsun diye kurdurmuştu. Ama Fethi Okyar beyin konuşmalarını ayaklanmalar izledi. Şirazeden çıkıyor görününce de onu ezdi. Çünkü Gazi’ye karşı mücadele imkânsızdı. Bu sıralarda kurulan iki küçük parti daha vardı ve onlar da “hükümet kararıyla” kapatıldı.
Abdullah Cevdet gibi Atatürk’ün de aklına medeniyet deyince Batı geliyordu. M. Kemal “Büsbütün yeni kanunlar vücuda getirerek eski hukuk esaslarını temelinden hal’ etmek teşebbüsündeyiz” diyordu.
M. Kemal’e göre Türkiye halkının kıyafeti ne milli ne de milletlerarası mahiyetteydi. Kastamonu ziyareti sırasında bu kanaatini kendisini dinleyen bir vatandaşın kıyafetini örnek göstererek izah etti: “Mesela karşımda kalabalığın içinde bir zat görüyorum (eliyle işaret ederek). Başında fes, fesin üstünde yeşil bir sarık, sırtında bir mintan, onun üstünde benim sırtımdaki gibi bir ceket, daha alt tarafını göremiyorum. Şimdi bu kıyafet nedir? Medeni bir insan bu alelacaip kıyafete girip dünyayı kendine güldürür mü?”
Bu bakış açısıyla önce memurlara ardından da 25 Kasım 1925’te bütün erkeklere şapka giyme zorunluluğu getirildi ve fes giymek bir suç haline geldi.
M. Kemal 20 Nisan 1931’de altı “değişmez temel ilke”yi ortaya koyduğu bir bildiri yayınladı. Daha sonra bu ilkeler CHP kongresinde kabul edildi ve anayasaya kondu. Bunlar hala parti flamasında altı okla temsil edilir. Bildirinin birinci maddesi “CHP, milliyetçi, halkçı, devletçi, laik ve inkılâpçıdır” şeklindedir.
Görüldüğü gibi tek parti uygulaması örneği Türkiye halkına pek hayırlı sonuçlar getirmemiş. Atilla Kart’a tek parti tehlikesine dikkat çektiği için hak vermemek mümkün değil. İnsan haklarının ve özgürlüğün genişletildiği bir ortam Türkiye’yi tek parti ortamına sürüklemez. Ama Cumhuriyet’in ilk yıllarda gördüğünün aksine, 2000’li yıllarda adil seçimler sonucu iktidara tek parti geldiyse buna karşı çıkmak da makul olmaz. Ayrıca Atilla Kart beyin CHP’nin tek parti mirasının sorgulanmasına ne tür bir katkıda bulunduğunu da bilmek isterim. Zira CHP’nin partinin “tek parti dönemini” “Asr-ı Saadet” gibi algılayan üyeleri var.