Prof. Dr. Ramazan Altıntaş
Tevhid olmadan adâlet olmaz!
Bütün ilahi dinlerin geliş amacı, insanları eğitmektir. Bu amaçla İslam, bedevî bir toplumu medeni bir toplum haline getirmiştir. Dikkat edilirse bütün ilahi dinler, şehir ortamında ortaya çıkmıştır. İslamın doğuş yeri olan Mekke, Kuranda ümmül-Kura/şehirlerin anası olarak geçer. Din, Medinede, şehirde yaşanmış, bir kültür, kendisine özgü bir hayat telakkisi, dünya görüşü ortaya çıkarmıştır. Bunun adı İslam medeniyetidir. O halde din, Medine ve medeniyet arasında çok yakın bir ilişki vardır. Bu sebeple, İslam, insanın kötü duygularını terbiye ederek, hem kendisi için ve hem de içinde yaşadığı toplum için faydası umulan ve zararı beklenmeyen bir insan yetiştirmeyi amaç edinir. İslam tarihinde, nice insanlar vardır ki, câhiliye dönemlerinde vahşiliği temsil ederken, İslam dönemlerinde merhameti, şefkati ve melekiyeti temsil etmişlerdir. İslam, en katı, sert mizaçları terbiye ederek, faydalı hale dönüştürmüştür, merhametin ve şefkatin önderi haline getirmiştir. Medeniyetimizin akılcılıkla meşhur olmuş bir âlimi, Tevhid olmadan adâlet olmaz demektedir. Osmanlının adâletiyle, Amerikanın adâletini kıyaslamak bu âlimimizi haklı çıkarmaya yetecektir. Burada, kendisini Osmanlının vârisi ya da bâkiyesi sayanlar tevhid ve adâlet konusundaki tutumlarını gözden geçirerek kendi konumlarını belirleyebilirler. Örneğin, İslam, isâr/başkasını düşünme ahlakını öne çıkarır. Bu bir fütüvvet düşüncesidir. Tevhitten yoksun bir medeniyetin üyesi ise, bireyselliği öne çıkarır. Benim karnım tok, başkaları açlıktan ölürse ölsün, bana ne, anlayışını temel felsefe edinir.Bu düşüncesini gerçekleştirmek için de hiçbir değer taşımaz. Tamamen pragmatist, menfaatçi ve lüpçüdür. Materyalizmin tabiatında bu vardır. Menfaat ilişkisi öne çıkar, bütün değerler ayak altına alınır. Din, iman bağlılığı, anne-baba, vatan sevgisi, insan sevgisi, insana değer verme, vb. gibi hasletler tanımaz. Menfaati uğruna en yakın bildiğini bile satar. Batumda Stalin döneminde yaşanmış bir öykü dinlemiştim. Komünizm öyle bir sistem ki, aile düzenini dağıtmakla kalmamış, anne-baba mefhumunu da ortadan kaldırmış. Komünizmde herkes polis, yiyecek ve içecekler karneye bağlanmıştır. Herkes birbirinden kuşkuludur. Şahsiyet diye bir şey yoktur. Kişiliksizlik ve kimliksizlik egemendir. İşte böyle bir vasatta Batumun bir köyünde geçiyor olay. Bir gün baba ekmek kuyruğuna geçer, oğlu hasta olduğu için babalık merhamet ve şefkatiyle oğlunun ekmek hissesini de alır, iyilik olsun diye. Bu haksız bir kazanç da değildir. Oğul, hemen babasını KGBye ekmek çaldı, haksız kazanç sağladı diye şikayet eder. Karşılığında terfi ya da maddi bağlamda ödülünü alır. Baba, haksız kazanç sağlamaktan kurşuna dizilir. Stalin bu olayı duyunca, çarpılmışa döner. Bir insan ki der, babasını bile ihbar ediyorsa, hiçbir değer, insanilik kalmamış bir adamdan herşey beklenir. Bu adam, üç kuruş uğruna vatanını bile satar diyerek, adamın oğlunu kurşuna dizdirir. Herhalde bu olay, bize bir şeyler anlatıyor olmalıdır.Elbette İslamın güzel ahlak esaslarıyla bezenmiş, toplumsal hayatta iyilikler için koşturan, kötülükler için mücadele veren iyi insanlar vardır. Bu insanların sayılarını çoğaltmak gerekiyor. Toplumumuz neredeyse bir cinnet toplumu haline gelmiş. Aklıma Kızıl Çinin eski diktatörü Maonun Türkler hakkındaki şu yargısı geliyor. Herhalde Mao Türkleri Orta Asyadan tanıyor. Çevresindeki militanlarına demiş ki, aman Türkleri önce Maocu yapmayın, bunlar Maoculuğu bile bozarlar! Maalesef çevremizde olup-bitenlere baktığımız zaman Maoyu doğrulayacak örnekleri çok görür olduk. Dışarıya su satıyoruz, Tatlısu diye terkos gölünden acı su dolduruyoruz. Ölmüş hayvanların etinden sucuk yapıyoruz. Kantarda ağır bassın diye, buğdayların içerisine kum dolduruyoruz. Süte su, tereyağına margarin, kırmızı toz bibere kiremit tozu karıştırıyoruz. Sağlam mal diye çürük sebze, meyve satıyoruz. Kaliteli mal üretmek yerine demode mal üretiyoruz. Müşteri, mal beğenmedi diye, neredeyse ümüğünü sıkacağız. Çevremizdeki insanlara düşman gibi bakıyoruz. Otobüste yaşlılara yer vermiyoruz. Yoksul ve yetimlerin acı dramları karşısında merhamet ve şefkat damarlarımız harekete geçmiyor. Öfke, davranış tarzımız olmuş. Anne-baba, akraba, eş-dost tanımıyoruz. Üç-beş kuruş gördük diye Karunlaşıyoruz, müstekbirleşiyoruz. Döner koltuğa oturunca, kafamız dönüyor, eş, dost, akraba tanımıyoruz. Haksızlıklar karşısında vicdanlarımız sızlamıyor. Firavunlaşmış bir halet-i ruhiye içerisinde yaşıyoruz. Nerede adâletin, kardeşliğin, isârın temsilcileri? Nerede görüldükleri zaman Allah akla gelen salih insanlar? Nerede, çıkara değil, Allah rızasına önem verenler? Nerede merhametin, şefkatin kapladığı yürekler? Çaresi kolay. İyi insan, cemiyeti için faydalı insan; faydası ümit edilen, zararından emin olunan insanlar yetiştirmek istiyorsak, yeniden toplum olarak; din, medine ve medeniyet üzerinde düşünmek zorundayız. Din fikrinin zayıfladığı bir toplum gemisi su almaya başlar, sonra da iş işten geçer. Son pişmanlık fayda vermez. O halde, evlerimizi dârul-İslamlaştırmaya hazır mıyız? Cevap evetse, o halde şimdi değil de ne zaman?