"Türban simge olmaktan çıkmadı" (1)
CHP Konya Milletvekili Atilla Kart'la İktidar, Muhalefet, Türkiye'de sol ve CHP'nin toplumsal meselelere bakışı üzerine konuştuk Söyleşide Kart, başörtüsü ile türbanı da ayırarak, türbanın siyasi bir simge olmaya devam ettiğini savundu.
Attila Kart'ın en baskın özelliği beyefendiliği. Bir diğer dikkatimi çeken yönü ise hatipliği. Avukatlık mesleğini tercihi buna dayanıyor olabilir ya da bu mesleği icra ederken elde ettiği bir kazanım olabilir bu. Sorduğum sorulara nezaketle ve güven veren üslubuyla cevaplar veriyor. Siyasetçilerinin tatili olmadığını, olamadığını konuşuyoruz ilk etapta. Söyleşi için buluştuğumuz Mevlevi Sofrası'nda sıcak havanın da etkisini belirterek akşam yemeği teklifimizi nazikçe geri çeviriyor. Bunun yerine meyve tercihini ifade ediyor. Telefon görüşmemizde de bunu belirtmişti aslında. Bana bu anekdot kararlı kişiliğinin ve tercihlerine sahip çıkışının bir yansıması olarak göründü. İnsanların kişiliği ayrıntılarda gizlidir. Konya'nın çalışkan milletvekillerinden olduğu teslim edilmeli. Zamanı ve fırsatları değerlendirmesini biliyor. Sohbetimizi de kendi zaviyesinden bakıldığında iyi değerlendiriyor. İşte Cumhuriyet Halk Partisi'nin yani Ana Muhalefet Partisi'nin Konya Milletvekili Attila Kart'la konuştuklarımız.
Sayın Kart, bildiğiniz gibi, Konya 16 milletvekiliyle mecliste temsil ediliyor. Diğer Konya milletvekilleriyle bir araya gelerek Konya ortak paydasında birleşen projelerde beraberce hareket ediyor musunuz? Bürokraside ve karar alma mekanizmalarına yakın merkezlerde bir Konya lobisi oluşturmak noktasında ortak bir çabanız var mı?
Konya'nın sorunları ana başlıklar halinde belli. 22. dönemin başında üç dört kez 16 milletvekili bir araya geldik. Açıkçası bunun pratikte bir yansımasını göremedik. Kimseyi kişisel olarak eleştirmek anlamında söylemiyorum bunu ancak iktidar milletvekillerinin de kendi aralarında bu birlikteliği gerçekleştiremediklerini biliyorum. İktidar milletvekillerinin hükümeti incitmemek bakış açısına sahip olduklarını gördükten sonra birlikte hareket etmenin pratikte bir anlamına olmadığını düşündüm. Bazı gerçekleri yeri geldiği zaman tatlı yeri geldiği zaman sert bir dille ifade etmemiz gerekiyordu. Arkadaşlarımız bu yaklaşım içinde olmayınca biz muhalefet görevimizi muhalefet anlayışımız içinde yapıyoruz.
Peki bireysel olarak Konya lobisi amacınız var mı?
Bireysel olarak onu gerçekleştirmeniz mümkün değil. Onu, Konyalılar Derneği Konyalılar Vakfı'yla sivil toplum örgütleri zaten yapıyor. Bizim yapmamız gereken dernekleşme ve vakıflaşma çalışmalarına katkıda bulunmak, cesaret vermek, destek sağlamak. Bu yapılarla ben zaten sürekli diyalog içindeyim. Milletvekilinin kalkıp bu işi bizzat organize etmesi hem doğru değil hem de zaman olarak da mümkün değil.
CHP 3 Kasım sonrası süreçte yapıcı muhalefet sinyalleri vermişti. Özellikle AB'den tarih alınması sürecinde, AB uyum yasalarının meclisten geçirilmesinde ulusalcı refleksler göstermeye başladı. Kıbrıs meselesi bağlamında da milli çıkarlar eksenli söylemler geliştirdi. Belirli yerlerde 'hayır'diyerek bu mutabakattan vazgeçen taraf oldu. Muhalefet görevi yerine getireceğini açıkladı Sayın Baykal. Siz de bugün bir CHP milletvekilisiniz. Geçmiş yıllarda Lions derneklerinde başkanlık yaptınız. Kimi çevrelerde Lions dernekleri'nin masonik yönlerinin olduğu ve uluslar arası bir takım bağlantılarla Türkiye'de faaliyet yürüttüğü konuşulur. Partinizin ulusalcı politikalarına sahip çıkıyorsunuz. Bu durumu nasıl açıklayacaksınız?
22. dönemin başında uyum yasaları hususunda, sayın Başbakan'ın yasağının kaldırılması dahil olmak üzere verdiğimiz destek kimilerince yadırgandı. Hiçbir komplekse kapılmadan siyasi muhataplarımızın puan kazanmaları pahasına doğruları yaptık biz. Seçmenin iradesi bu şekilde oluşmuş. Bunun parlamentoya da yansıması gerekiyordu. Bu yapıcı ve sorumlu muhalefet anlayışımızın gereğiydi. Aynı zamanda siyasi iktidara seçmen iradesinin gereği olarak belirli bir kredinin tanınması anlayışının da gereğiydi. Bu siyasi kadronun Türkiye'yi yönetme ehliyeti, kültürü yok. Bu AB sürecinde an be an ortaya çıktı. Verhougen 5 Ekim'de siyasi kriterlerin gereği yerine getirilmiştir ama Türkiye'nin hazmetmekte zorlanacağı bir takım unsurlar da olabilir dedi. Ve 6 Ekim günü o unsurlar açıklandı. Kıbrıs, Güneydoğu, Ege Adaları, Ruhban okulu meseleleri, emeğinin dolaşımının sınırsız bir şekilde ertelenmesi, tarım desteklerinin sınırsız olarak ertelenmesi. Bunlar olduktan sonra AB'nin bir anlamı kalır mı? AB'nin bir konusu kalıyor mu o zaman? Daha da vahim olanı 6 Ekim günü rapor açıklandıktan bir saat iki saat sonra sayın başbakanın çıkıp olumlu ve dengeli bir rapordur demesiydi. Başbakan bütün kozları baştan teslim etti, müzakereyi bitirdi. 17 Aralıkta bu konularda AB tarafından geri adım atıldı mı, hayır. Biz geldik 18 Aralıkta Kızılay'da gündüz vakti havai fişeklerle Avrupa Birliği bayramını kutladık. Bunlar tabi trajik tablolardı. Biz bu şekilde AB'ye girilmez, bu teslimiyetçi bir anlayıştır dedik. Biz bu konuya ulusal çıkarlarımıza sahip çıkmak diye bakıyoruz.
Lions derneklerine gelirsek.
Geleceğim oraya
Mart 2005'e geliyoruz. AB sürecinde tıkanmalar ortaya çıktıkça sayın Başbakan vay AB bizi bölmek istiyor, bölücü unsurlar var diye konuşmaya başladı. İyi de 6 Ekim'de söylenen yanlıştı. 18 Aralıktaki o bayram kutlaması yanlıştı. Mart 2005'teki de yanlıştı. Önemli olan sizin hedefiniz, öngörüleriniz, hassasiyetleriniz nedir, ödün vereceğiniz noktalar nereye kadardır bilmektir. Aslında Avrupa Birliği konjonktüründe de samimi değiller. Bunu kendi meşruiyetlerinin bir aracı olarak kullanmak isteyen bir anlayış var. Bizim yaptığımız uyarılardan AB'ye karşıyız sonucu çıkmaz. Bu Cumhuriyet'in hedefidir ve AB diye sınırlandırmak doğru değildir. Çağdaşlaşmanın gereğidir. Bu hedef o kadar güçlü ki, muhalefet döneminde karşı çıkan siyasi iktidar bile hükümet olunca bunlara sahip çıkıyor görünümüne giriyor vesaire. Biz bunları ifade ettiğimiz zaman vay efendim Cumhuriyet Halk Partisi statükocu. AKP iktidarı değişimi temsil ediyormuş, yok böyle bir şey. Bu da aydınlarımızın aymazlığı ve ülke gerçeklerinden kopukluğudur. Tabi burada sermayenin olağanüstü yönlendirmesi, basının çıkar ilişkileri içindeki yanlışları vesaire. Akp'nin değişim misyonunu sürdürmesi mümkün değil. Öyle bir kadroya böyle bir misyonu yüklemek aslında haksızlıktır. Taşımaları mümkün değildir çünkü böyle bir misyonu. Kıbrıs, Güneydoğu konularında ve 1 Mart sürecindeki uyarıları yapmak o Kuvayi Milliye anlayışının bir yansımasıdır, bir sonucudur. Bu bizim misyonumuzdur. Lions dernekleri 1963 yılında kurulmuş. Bunlar yasal dernekler. İsmet İnönü'nün başbakanlığı ve Cemal Gürsel'in cumhurbaşkanlığı döneminde kurulmuşlar. Önemli olan insanları belirli önyargılarla tasnif etmemektir. Burada belli kavramları kullanarak politika yapmak isteyenlerin bir başka savunma yöntemi, bir başka saldırı yöntemiyle karşı karşıyayız. Orada ben üyelik ve bir dönem başkanlık da yaptım. Bunu da gururla, kıvançla söylüyorum.
Bugün de üyesi misiniz Lions derneği'nin?
Hayır. Şu anda üyeliğim siyasi çalışmalarım nedeniyle askıda. Bunu da birileri gibi saklamadan, tevile kaçmadan, gururla kıvançla ifade ediyorum. Yanlış bir şey yapmadığımı çok iyi biliyorum. Üyeliğim ve başkanlığım döneminde biz ne yaptık? Srebrenica katliamına karşı dururşu Avrupa nezdinde, Amerika nezdinde en büyük ölçüde bizler harekete geçirdik. Belki 1000 civarında kulüple yazışma yaparak, o ortak vicdanı kimilerinin siyonist bağlantılı dedikleri bu dernek harekete geçirdi. Sizin kimlikli duruşunuz, sizin kişilikli duruşunuz, bir yerlere tabi olmadan yaptığınız çalışmalar olayın esasıdır. Bu çalışmayı yapanların herhalde ulusal çıkarları sahiplenmesinden de daha doğal bir şey olamaz.
CHP'nin tek parti iktidarı döneminde ezanın Türkçe okunması uygulaması ve sonrasında Menderes hükümetinin ezanın yeniden kendi lisanıyla okunması kararı hafızalarda tazeliğini koruyor. Bugün Türkiye'de başörtüsü konusu siyasetçiler tarafından tartışılsa da tartışılmasa da kamuoyu nezdinde bir yara olarak varlığını sürdürüyor. CHP eğer halkçı ve sosyal demokrat bir parti olmak iddiasındaysa toplumun bu hassasiyetlerine, temel hak ve özgürlüklerin genişletilmesi, açılım kazanması yönündeki taleplerine ilk sahip çıkacak parti olmalı değil midir?
Şimdi efendim, 1961 anayasasını ele alalım, Türkiye'deki temel hak ve özgürlüklerin, sendikal hakların, yargı bağımsızlığının, yargıç teminatının temellerinin atıldığını görürüz. Burada hemen belirtmek istiyorum ki ihtilaller sorunlar üretirler ve demokratik gelişimi mutlaka sekteye uğratırlar. Ayrım yapmaksızın bütün ihtilallere karşı çıktığımı vurgulamak istiyorum. 61-65 dönemi yasama faaliyetinde bugün mücadelesini verdiğimiz hukuk devletinin temelleri atıldı. Sendikal haklar anlamında, temel hak ve hürriyetler anlamında, yargı bağımsızlığı anlamında. O hak ve özgürlükler, o kurumlar, o kavramlar sendikalar tarafından da, öğretmen dernekleri tarafından da enteresandır yargı tarafından da kötüye kullanıldı. Çünkü özümsenerek verilen bir mücadele neticesinde kazanılmış haklar değillerdi. Mesela sendikacılık mutlak anlamda daha fazla zam almak olarak değerlendirildi ve topluma karşı sorumluluklar ikinci plana itildi. Özgürlüklerin temeli nedir biliyor musunuz, laikliktir. Laikliğin anlamı nedir, herkesin dini inancını din ve vicdan özgürlüğünü yaşamasıdır. Buna uygun yapılanmayı sağlamaktır. Bu laiklikten başlar, bunu yolu budur. Laikliği ortadan kaldırdığınız zaman bu anlamda özgürlüklerin hiç birisinin temelini bulamazsınız.
Laiklik sadece devlet işlerine dinin karıştırılmaması olarak yorumlanmamalı diyor kimi akademisyen çevreler, laiklik bir o kadar da din işlerine devletin karıştırılmamasıdır diye bir yorum da var. Devletin toplumun dini yaşayışını kurgulamak noktasında müdahil olmaması gerektiği de yorumlar arasında. Kuran kurslarının açılması devletin iznine tabi. Camilerin açılmasını devlet düzenlemek takip etmek istiyor. Bu anlamda da laikliğin tam olarak uygulanamadığından mustarip çevreler var.
Din ve devlet işlerinin ayrılması diyoruz, dini kuralların kamu yönetimine hakim olmaması diyoruz. Bunun yanında da kamu yönetiminin dini inanışların hayata geçmesine yardımcı olması ve bir grubun diğerine hükmetme imkanını önlemesi olarak açıklıyoruz.
Özür diliyorum Sayın Kart, devletin dini yaşama biçimine bir müdahalesi olduğu ve bunun laikliğe aykırı olduğu konuşuluyor. Ben bunu kastetmiştim.
Onu da ifade edeceğim. Şimdi Türkiye'de şunun adını doğru koymak gerekiyor. Bugün İslam coğrafyası içinde Müslümanlığın Türkiye'dekinden daha özgürce yaşandığı bir yer olduğunu ifade edilemez. Dini özgürlüğün kişisel anlamda yaşanmasına hiçbir engel sözkonusu değildir. Burada bütün sıkıntı insanlarımızın dini duygularını kullanarak kamu yönetimine yansıtma arayışı ve isteğinden kaynaklanıyor. Bana göre olayın esası buraya gelip dayanıyor. Sahip çıkılmıyor ama maalesef belli kurumlar, belli okullar arka bahçe olarak kullanıldı. Bunlar Türkiye'nin gerçeğidir. İmam Hatipler CHP döneminde açıldı. Bu işte özgürlük anlayışının bir sonucuydu. CHP'nin dine karşı bir anlayışı söz konusu değil. Ama sorun neydi. Amaç o okulların kendi mecrası içerisinde işlemesini sağlamak iken bu farklı bir süreç kazandı. Keşke İmam Hatip okulları açılışındaki amaç dışında kullanılmasaydı. Keşke Köy Enstitüleri bugün de varlığını sürdürebilseydi. Bugün kamu yönetiminde dini unsurları, şovenizmi ve etnik yapılanmayı hakim duruma getirmek istediğiniz zaman, orada toplumsal barışı ve kalkınmayı sağlamanız mümkün değil. Birlikte yaşama anlayışının geliştirilmesi önemli. Çocuklarımız 15 yaşından önce tabii ki Kuran'ı öğrensinler. Bugün evlerinde öğrenmelerini engelleyen mi var. Diyanet İşleri bünyesinde bunun düzenlenmesini engelleyen mi var? Hayır. Biz ne yapıyoruz? O meşhur 263. madde. Diyoruz ki: İzinsiz kuran kursu olarak ifade edilen yerler sadece izinsiz kuran kursu değil. Bunların genel adı kaçak eğitim kurumlarıdır. Yasaya aykırı eğitim kurumlarıdır bunlar. Orada sadece dini eğitim verilmiyor. Terörün uluslararası bir boyut kazandığı bu günlerde her türlü terör örgütlerine zemin teşkil edecek eğitimlerin verilmesi muhtemel ve kötüye kullanılabilecek, istismara açık bir organizasyon alt yapısı sağlıyor, bu tip yerler. Bir taraftan oraya kanuna aykırı eğitim yapan kurumlar diyorsunuz, diğer taraftan orada eğitim faaliyeti verenlerin cezai sorumluluğunu hafifletiyorsunuz. Para cezası kapsamına alıyorsunuz. Kapatılmasını engelliyorsunuz. Kanuna aykırı bir şey varsa nasıl kapatılmaz? Bunun bir izahı olabilir mi? Sayın Başbakan'ın kafası karışık. Ağır bir ifade ama tekraren söylemek istiyorum, sayın Başbakan'ın temel kültürü yetersiz. Efendim vakıf üniversitelerinde türbana müsaade etsek nasıl olur. Türbana karşı çıkmak, destek vermek onu ayrıca tartışalım, bir kısmında engellemek bir kısmında izin vermek gibi bir yaklaşım, böyle bir mantık olabilir mi? Aslında nedir olay biliyor musunuz, bu hükümet, bu tür kavramları acımasızca kullanan bir hükümettir. Köylünün başörtüsü falan bu hükümetin derdi değil, bunlar hükümet için önemli değil. Bu hükümet üst sermaye gruplarının belli şekilde giyimiyle ilgili. O sade vatandaşın, o Anadolu köylüsünün din özgürlüğüyle de bu hükümetin işi yok. Böyle bir arayışı yok. Bu anlamda da bu hükümet oligarşik bir sermaye yapısına hizmet eden bir hükümet. Bu ayrıma dikkatinizi çekmek istiyorum lütfen.
İmam Hatip Liseleri CHP döneminde bu ülkeye kazandırıldı dediniz. Üniversite öğrencilerinin kılık kıyafetlerini yönetmeliklerle düzenleyebilirsiniz. Bu yönetmeliklerde tabi tartışmaya açık durumda. Öğretim üyelerinin kılık kıyafetini de diyelim yönetmelikle düzenlediniz. Bu da tartışılıyor. Peki bir öğrenci velisinin, diploma töreninde rektörden gördüğü muameleyi hangi yönetmelikle açıklayabiliriz. Bu nasıl anlatılabilir?
Bir öğrenci velisinin çocuğunun diploma törenine katılması hayatında yaşayacağı en büyük mutluluklardan biridir. Bunun doğrudan ya da dolaylı olarak engellenmesi hiçbir şekilde kabul edilemez. İnsani duygularla, sosyal sebeplerle kabul edilemez. Bu hiçbir şekilde tasvip edilecek bir olay değildir, olamaz, olmamalıdır. Öğrenci velisi, kamu hizmeti veren ya da alan durumunda olmadığı için oraya özgürce girebilmek durumundadır. Bunu açıklıkla ifade ediyorum. Üniversite rektörünün o tavrını benimsemek, hoş görmek mümkün değil. Üniversite öğrencilerinin türban takıp takmaması meselesine gelirsek. Siyasi simge denen kavram, dini inanç denen kavram, bunların da adını yine doğru koymak gerekiyor.
Söyleşinin devamı yarın