Mustafa Yiğit
Turuva Atı
Cemil Meriç... Benim etraflıca tanıdığım ilk mütefekkir. Bir fotoğrafı vardır, Cemil Meriçin. Onun kitapla ilişkisini, kitaba tutkusunu en güzel o resmeder. Kitabı okurken içine çekmek ister Cemil Meriç, abanır adeta kitaba. Bir Konya yolculuğunda, Konyalı bir gencin sözlerinde kendini bulduğunu itiraf eder. İlk kez kendi insanı ile karşılaşır bu bozkır kokan tren yolculuğunda. Yani kendisiyle yüzleşir. Ben de kendimi bulmuştum, bir Konyalı genç olarak onun satırlarında.
Nerede durduğumu bilmiyordum. Nerede durduğumu bilmememin önemini kavradım. Aslında hiçbir yerde durmamalıydık. Kendi koordinatlarımızı vermeden, atış poligonunda hedef tahtası olmaktan kurtulmanın yoluydu, nerede durduğunu bilmemek.
Kaçak dövüşmek mi asla! Sadece dövüşerek, vereceğimiz bir mesajımızın olmadığını anlamıştım! Birileri dövüşmeliydi ve dövüşenler izlenmeliydi, dövüşenler takdir edilmeliydi, tenkit edilmeliydi, ama ben asla dövüşmemeliydim. Tarihten ders almalıydım kendimce. Hep Bürütüsler kazanmıyor muydu?! Sezarların sonu bir hançer darbesi değil miydi?! Ve yatağındaki Dalila... Samson'un saçlarını, yani gücünü kontrol eden Dalila değil miydi... Bu korkaklık değildi, düpedüz reel politikti, siyasal bilimcilerin deyimiyle aldığım karar.
Artık akıllanmıştım...
Yok öyle kahramanlık taslamak, beyaz atın üstünde naralar atmak... Biliyordum artık kimse benden saklayamazdı... Beyaz atımın üstündeki eyer dijitaldi ve her an, Sam Amca, bilmem kaç bin kilometre öteden, elinin altındaki o kırmızı düğmesine basıp, beni baş aşağı dikebilirdi.
Artık akıllanmıştım....Elimdeki kılıcımın, en son bir KGB ajanı tarafından Afganistan'da kullanıldığını da biliyordum. Atımın nalları Alman yapımıydı ve muhtemelen bir SS subayının deşifre edilmemiş bilgilerini her gittiğim yere taşıyordu. Ülkemin fotoğraflarını gönderiyordum belki de her mahmuz darbesinde Mossada.
Her at, her pelerin, her kılıç ülkemin insanlarını kurtarmaya gelenlerin -kahramanların- tozu dumana kattığı şovun birer parçasıydı... ve her bir parça ülkeme ve milletime o kadar yabancıydı ki...
Biz oysa atı, kılıcı, nalı, 'bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik' gibi mısraların, gök kubbelerde sadalanan sesinden bilirdik. Ve atın, avradın, silahın bizim olduğu bir dünya'yı tanırdık.... Bu yüzdendir ki bize gelen bütün atlı kahramanları geçmişten, şanlı tarihten gelen bir esinti sandık ve kucak açtık... O, bizi kurtarmasa da, 19. yüzyılın sonlarından, tarihin derinliklerinden gelen tanıdık bir binekle gelmişti.
Dört tekerle değil, dört nalla gelmişti... O yüzden O'na sahip çıkmalıydık...
Ama bilemedik, bu bir turuva atıdır.... Anadolu'nun çayırlarında beslenmemiş, Köroğlunun selamını almamış, Yunusun ilahilerini dinlememiştir. Onu, Eski Yunanın kıskanç tanrıları göndermiştir kesinlikle! Prometeye, kardeşine, Zeusun yaptıklarını hala unutmuş değilim... Pandoranın kutusunu imal eden, umudu Pandoranın kutusunda sonsuza dek esir tutan Zeusun torunlarının işi: Beyaz At, Kızıl Pelerin, Gümüş Nal, Yeşil Eyer ve Sanal Kahraman Bill Gates.... Biz at sevdasının kurbanı olan bir nesiliz vesselam.... Atı sevenleri seviyorum, ama atlıları sevmiyorum artık...
Nerede durduğumu bilmiyordum. Nerede durduğumu bilmememin önemini kavradım. Aslında hiçbir yerde durmamalıydık. Kendi koordinatlarımızı vermeden, atış poligonunda hedef tahtası olmaktan kurtulmanın yoluydu, nerede durduğunu bilmemek.
Kaçak dövüşmek mi asla! Sadece dövüşerek, vereceğimiz bir mesajımızın olmadığını anlamıştım! Birileri dövüşmeliydi ve dövüşenler izlenmeliydi, dövüşenler takdir edilmeliydi, tenkit edilmeliydi, ama ben asla dövüşmemeliydim. Tarihten ders almalıydım kendimce. Hep Bürütüsler kazanmıyor muydu?! Sezarların sonu bir hançer darbesi değil miydi?! Ve yatağındaki Dalila... Samson'un saçlarını, yani gücünü kontrol eden Dalila değil miydi... Bu korkaklık değildi, düpedüz reel politikti, siyasal bilimcilerin deyimiyle aldığım karar.
Artık akıllanmıştım...
Yok öyle kahramanlık taslamak, beyaz atın üstünde naralar atmak... Biliyordum artık kimse benden saklayamazdı... Beyaz atımın üstündeki eyer dijitaldi ve her an, Sam Amca, bilmem kaç bin kilometre öteden, elinin altındaki o kırmızı düğmesine basıp, beni baş aşağı dikebilirdi.
Artık akıllanmıştım....Elimdeki kılıcımın, en son bir KGB ajanı tarafından Afganistan'da kullanıldığını da biliyordum. Atımın nalları Alman yapımıydı ve muhtemelen bir SS subayının deşifre edilmemiş bilgilerini her gittiğim yere taşıyordu. Ülkemin fotoğraflarını gönderiyordum belki de her mahmuz darbesinde Mossada.
Her at, her pelerin, her kılıç ülkemin insanlarını kurtarmaya gelenlerin -kahramanların- tozu dumana kattığı şovun birer parçasıydı... ve her bir parça ülkeme ve milletime o kadar yabancıydı ki...
Biz oysa atı, kılıcı, nalı, 'bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik' gibi mısraların, gök kubbelerde sadalanan sesinden bilirdik. Ve atın, avradın, silahın bizim olduğu bir dünya'yı tanırdık.... Bu yüzdendir ki bize gelen bütün atlı kahramanları geçmişten, şanlı tarihten gelen bir esinti sandık ve kucak açtık... O, bizi kurtarmasa da, 19. yüzyılın sonlarından, tarihin derinliklerinden gelen tanıdık bir binekle gelmişti.
Dört tekerle değil, dört nalla gelmişti... O yüzden O'na sahip çıkmalıydık...
Ama bilemedik, bu bir turuva atıdır.... Anadolu'nun çayırlarında beslenmemiş, Köroğlunun selamını almamış, Yunusun ilahilerini dinlememiştir. Onu, Eski Yunanın kıskanç tanrıları göndermiştir kesinlikle! Prometeye, kardeşine, Zeusun yaptıklarını hala unutmuş değilim... Pandoranın kutusunu imal eden, umudu Pandoranın kutusunda sonsuza dek esir tutan Zeusun torunlarının işi: Beyaz At, Kızıl Pelerin, Gümüş Nal, Yeşil Eyer ve Sanal Kahraman Bill Gates.... Biz at sevdasının kurbanı olan bir nesiliz vesselam.... Atı sevenleri seviyorum, ama atlıları sevmiyorum artık...