Ümit Savaş Taşkesen
Üzülmez de üzülür!
“Ey yorgunluk, yorgunluk üstüne gelen”
Yorulduğumu, yorgunluğumu, bunun sebeplerini düşünüyorum hiç yorulmayanlara, yorulsa da çalışmaya, iyi işler çıkarmaya, insanları mutlu eden sonuçlar üretenlere, üretme yolunda gayret sarf edenlere bakarken. Ne çok şey geçiyor kafatasımla göğüs kafesim arasındaki dünyadan ince sızılar halinde. Sevinci, öfkesi, üzüntüsü, coşkusu, durgunluğu, nemelazımcılığı, umutkırımı, direnci ile ne çok şey geçiyor dünya üzerinden. Açlığı, yokluğu, yoksunluğu, varsıllığı, semirmişliği, şımarmışlığı, kibri, yarı tanrıcılığı, vahşeti, işkencesi, soru işaretleri, ünlemi, virgülü, noktası, açılan ve kapanmayan, kapanan ve hiç açılmayan parantezleri, yıldızları, güneşi, bulutu, yağmuru, suyu ile ne çok şey gelip geçiyor gözlerimin içinden, düşüncelerimin arasından, gönlümün kenarından, kalbimin tam ortasından mutmain olamamış, isteklerine ulaşması da ulaşamaması da trajedi olan bir benlik makamının başında mı ortasında mı sonunda mı olduğunu bilememiş bir hal üzereyim.
Tam da Ahmet Şükrü Kılıç’ın yazılarında eleştirdiği bir hal bu. Yazılarıyla, düşünceleriyle bir şeylerin savaşını veren ya da vermesi gerekenlerin, kendilerine belirli bir misyon çizenlerin -bu ben değilim- dışarıda, hayatta, toplumda süre giden olaylar karşısında sessiz ya da iç, düşünce dünyalarındaki ıvır zıvır gündemlerle kendilerini oyalayan bir kayıtsızlık içinde olmalarını eleştirip sessizliği, duyarsızlığı yerden yere vuruyor, vurmaya çalışıyor sürekli olarak. Eleştirilerinden ben kendi nasibime düşmüş olanı alıp kendimce gerekçeler üretsem, haklı çıkarsam da sonuç değişmiyor. Dünyamızdan topluma, duyarlılıklarına açılan kapı bize de kitlenin ve bayağılıklarının giriş kapısı olabiliyor aynı zamanda. Orada başlıyor karmaşa.
Gözkapaklarım arasından gördüğüm dünya hakkında düşündüklerimin bir kısmını, yazıya gelen, gelebilen ama gelmesi gerekenlerin hepsinin bir şekilde gelemediği kısmını dışarıda bırakarak yazıyorum buna yazmak denirse ve sizin için bir anlamı varsa.
Kendi felaketi peşinden gidiyor dünya! Ne büyük tespit! Değil mi? “Kendi tehlikesi peşinden gider”miş insan! “Putların dahi damarından aktığı güne kadar” sürdürürmüş kovalamacasını.
Kendi tehlikesi peşinden giden insan kendi felaketi peşinde sürüklemeye çalışıyor dünyayı. Kendi yüzünden yansa da dünya yansa da yürekler, parçalansa da aileler, ölse de çocuklar çıksa da savaşlar üzülmüyorlar o yüzden. Gailesiz, kibirli, iki dünyasını da garantiye almış bir mutmain nefsin yaptıklarını murakabe etmek için geriye dönüp bakacağı, üzüleceği bir makam değildir benliğin kurulduğu o mutmain olmuş nefs makamı… O hal üzere olanlar meşruiyet zemini üzerinden hareket etmeyi değil meşruiyetin yaptıkları eylemlerin peşinden geleceğini, doğacağını düşünen, inanan ve öyle yaşayan adamlardır. Hatadan münezzehtir onlar, hâşâ! Hata gibi algılanabilen olaylar, uygulamaların son tahlildeki sonucundan hikmetler çıkarmanız gereklidir. Üzmez ve üzülmezdir onlar. Kendini üzmez kendinden başkasına üzülmez bu adamlar. İşte bu adamlara Türkiye üzmenin ve üzülmenin en büyük cevaplarından birisini verdi geçtiğimiz hafta. İsrail askeri tatbikattan dışlandığını gördüğünde üzülmez ama üzer doğasında, tarihinde hiç almadığı bir cevap ve uygulamayla karşılaştı. Kibrine posta koyan bir eda ile karşılaşınca binecek küp bırakmadı ortada. Devamında, Dışişleri Bakanımız Ahmet Davutoğlu’nun cevabı “her sabah oğlunu okula gönderirken duyduğu vicdan azabı ve Gazze’deki olayları gerçekleştirenlerle aynı görüntü içinde bulunamayacakları beyanı, beni mutlu ederken üzülmezleri üzüyor, kızdırıyor. İşte bu bilgelikle devlet adamlığını kişiliğinde birleştirmenin somut hali.
TYB Konya Şubesinde “kültür ve sanat ihmale gelmez, sanat bir şehrin ruhudur” diye diye ve şahsen beş yıldır kültür ve sanat organizasyonlarının bir şekilde ucundan tutmak için kendimce çırpınıp dururken ve bu çırpınışlarımız karşısında üzerine ölü toprağı serpilmiş gibi duran, davranan, boş veren, işimiz değil diyen, söz verip sonra cayarak organizasyon masrafını üstümüze yıkan!!!, hımbıl, sorumsuz ve ilgisiz, duyarsız, ufuksuz ilgisiz ve yetkisizlerin elinden bıkmış, bütün heyecanını, coşkusunu bir şeyler yapma arzusunu kaybetmiş, ununu eleyip eleğini bir kenara asmak üzere ocak ayını bekleyen bir adam olarak kenara çekilmek üzereyken son bir hatırlatma yapmak istiyorum geriden gelenlere ileri gidenlere.
Sanata karşı olan vurdumduymazlık duvarına, suratlarına, şu resmi çizmek istiyorum kültür ve sanatın gücünü hatırlatmak için. Ayrılık dizisindeki bir sahne, İsrail askerinin Filistinli bir kızı öldürdüğü sahne, gerçekte ölen binlerce Filistinliden daha çok etki uyandırmıştır bizde ve İsrail’de. Binlerce kişi konsolosluğu önünde nöbet tutup protesto ederken dahi umursamayan adamlar bir dizideki görüntü karşısında ayağa kalktılar. Üzülmezler de üzülüyor işte. Sanatın gücü burada saklı. Binlerce insanınız öldürülmüş olabilir ama onların hikâyesini anlatacak sanatçınız yoksa o ölümler de yoktur. “Ölülerimizin hikâyesini de çaldı bizden İsrail” diyordu bir Filistinli aydın “bir şey anlatamıyor, anlaşılamıyoruz. Uluslararası kamuoyunda hep haksız durumdayız.” Sanatçınız yoksa öykünüz olmaz, öykünüz yoksa HİÇ’siniz… Vesselam.