Vefatının yıldönümünde CAMİDEKİ REKTÖR'ü rahmetle anıyoruz
Selçuk Üniversitesi’nin rektörü olarak Konya halkının gönlünü kazanan, halkla üniversiteyi bütünleştirerek şehirde büyük bir canlanma meydana getiren Prof. Dr. Erol Güngör'ü bugün aramızdan ayrılışının 25. yılında rahmet anıyoruz.
Prof. Güngör'ün aziz hatırasına önemli yazılarından birini sizlerle paylaşıyoruz...
Teknoloji ve Kültür Değişmesi
Erol GÜNGÖR
Teknolojideki değişmelerin insanların davranış ve düşüncelerinde birçok değişmelere yol açması, artık ders kitaplarının standart bilgisi haline gelecek kadar harcıâlem olmuştur. Her şeyden önce, teknolojik değişme kendi başına bir tavır ve davranış değişmesi demektir: İnsanlar bir işin nasıl yapılacağı ve dolayısiyle nasıl bir mekanizma ile yapıldığı ve ne gibi neticeler doğurduğu konusunda yeni bir anlayış kazanmışlar; davranış alışkanlıklarını bu yeni işleyiş tarzına göre ayarlamaya başlamışlardır. Karasabandan traktöre geçen insan, en azından makine gücünün insan ve hayvan gücüne olan üstünlüğü, daha çok makineleşmenin daha çok zaman ve emek tasarrufu olduğunu, makinenin üretim gücünün üstünlüğü sayesinde kendi hayatının ve dolayısıyla etrafındaki hayatın hiç değilse bazı noktalarda önemli ölçüde değişeceğini düşünür.(7)
Teknolojinin niteliği ve sonuçlan ile, onun insan şuuruna yansıma tarzı çeşitli seviyelerde farklar göstermektedir. Bir imalât işinin herhangi bir noktasında rutin bir iş yapan işçi ile aynı işteki mühendisin teknoloji karşısındaki tavırları birbirinden oldukça farklıdır. Herşeyden önce, teknoloji hakkındaki idrakin sınırlan bakımından bu iki insanın zihinleri farklı olacaktır; biri hadiseyi kendi rutin işi ve kendi hayatı çerçevesinde idrak ederken, öbürü teknoloji ile ilim, teknoloji ile insan ve cemiyet ilişkileri hakkında oldukça geniş bir görüş sahibi olabilir. İşçinin durumunda teknoloji ile ilgili değerler, işin tamamen dışında kalabilir ve belki hiç fark edilmez. Böylece meselâ bir kimse yıllarca bir petrokimya tesisinde veya bir otomobil fabrikasında çalışabilir; yine de hiç orada çalışmasa yine sahip olacağı geleneksel değerleri aynen muhafaza edebilir.(8) Bu adamın hayatında değişme olmaz mı? Elbette olur, fakat bu değişikliğin şuura yansıması bakımından, aynı yerde çalışan başka kimselerle arasında muazzam bir fark görülebilir.
Teknolojik değerlerin dışında kalma derken, teknolojiye mahsus bir değer sisteminin mevcut olduğunu söylemek istemiyoruz. Teknolojinin sosyal ve kültürel hayatta büyük tesirler yapabildiğini söylemekle onun kendine mahsus bir değer sistemi yarattığını söylemek aynı şey değildir. Modern teknolojinin vazgeçilmez gibi görünen kıymetleri hakikatte teknolojiyi de içine alan daha geniş bir sosyal çerçevenin yaratmış olduğu kıymetlerdir. İşte tartışmamızın can alıcı yeri budur ve teknolojinin aktarılmasında karşılaşılan en büyük problemler, bu nokta etrafında düğümlenmektedir. Hemen şunu söyleyelim ki, teknolojinin bizatihi değer yaratmadığına en büyük örneği kendi ülkemizden verebiliriz. Bizde inkılâpçılar Avrupa medeniyetinin bu tarafına çok uzak bulundukları, yani böyle bir teknolojik medeniyet içinde yaşamadıkları/halde, sırf entellektüel özümseme yoluyla Avrupa'nın hayat tarzına ait çok şey ve zihniyetine ait bazı şeyleri benimseyebilmişlerdir. Buna karşılık teknoloji ile çok yakından teması olanlar, Avrupa'nın modern ekonomisini ülkeye sokmakta birinci derecede rol ve mevki sahibi olanlar çoğunlukla "muhafazakar" dediğimiz insanlardır; bunların geleneksel yerli kültür unsurlarına bağlılıkları inkılapçılara göre çok fazladır.
Belki de bu gerçek ve hep gözümüzün önünde ki Japonya misali birçoğumuzun modern teknolojiyi hiçbir manevi değişmeye lüzum kalmadan alabileceğimizi düşünmesine yol açmaktadır. Aslında "hiçbir manevi değişmeye lüzum kalmadan" denirken, burada kastedilen şey, daha ziyade din ve ahlak değerleridir. Japonlar kendilerini değiştirmediler; geleneklerine karşı ilgi ve saygılarını kaybetmediler. Bunların hepsi doğrudur. Fakat yine de modern teknolojiye sahip olmanın gerektirdiği değişmeler vardır ve bunlar gerçekten bazı manevi sosyal ve kültürel unsur ve unsur komplekslerinin atılıp yerlerine yenilerinin alınması şeklinde tecelli eder. En azından, mesela modern üretim insan münasebetlerinde aile ve bölge bağlarının bir yana bırakılmasını ve verimlilik esasına, rasyonel hesaplara dayanan münasebetlerin gelmesini gerektirir. İnsanların zaman ve sürat anlayışları değişir; işler saat dakikliğine göre ayarlanır. İşte tahsis edilen bir zaman içinde beşeri münasebetlerin şahısları ilgilendiren tarafları söz konusu olamaz.
Şu halde Avrupa'dan bilgi ve teknik almak şeklindeki klasik iddianın sosyolojik bakımdan yanlış olduğunu söyleyebiliriz. Fakat bu tezin büsbütün esassız olduğunu söylemek de doğru değildir. Yukarıda belirtildiği gibi, ilim ve teknik ithal etmek isteyenlerin asıl karşı oldukları şey, bunların dışında saydıkları bazı inançlar, alışkanlıklar ve münasebet tarzlarıdır. Muhakkak ki onların ilim ve teknolojinin yürüyebilmesi için gerekli olan çalışma disiplini, rasyonel düşünce ufuk genişliği vs. hususlar anlatıldığı takdirde, bu söylenenlerin büyük bir kısmını fiilen başarmak zor olsa da tereddütsüz kabul edeceklerdir.
Avrupa kültürü ile Avrupa medeniyetinin birbirinden ayrı şeyler olmadığını söyleyenlere gelince, bu tezin sahipleri ister istemez Avrupa'nın herşeyiyle kabul edilmesi ve benimsenmesinin şart olduğunu düşünmüşlerdir. Gerçi zamanımızda milliyetçilik duygusunun Marksist çevrelere bile hakim olması neticesinde bu türlü bir teslimiyeti düşünen pek az kimse kalmıştır; ama kültür ve medeniyet ayırımının sun'i olduğunu iddia edenler yok değildir. Bunların çoğu Atatürk inkılaplarının haklı ve meşru gösterilebilmesi için böyle düşünmenin gerektiğine inanmaktadırlar. Çünkü bu inkılapların hemen hepsi Avrupa kültürünün aktarılması mahiyetindedir.(9)
Avrupa kültürü* ile Avrupa medeniyetinin birbirinden ayrılmaz oldukları fikri, esasında yanlış sayılmaz, ama bu fikir bizim o kültürü olduğu gibi almamızı isteyenleri haklı çıkarmaz. Avrupa medeniyeti ile kültürü elbette birbirinden ayrılmaz; çünkü bu ikisi birbiriyle kuvvetli bir bütün meydana getirecek şekilde iç içe girmiş, birbirine bağlanmıştır. Aslında bizim ideal edindiğimiz şey de böyle bir kültür-medeniyet bütünlüğüne erişmek değil midir? Fakat bir kültür-medeniyet bütünleşmesi oradaki medeniyet unsurlarının ancak o kültürle bir arada gidebileceği demek değildir. Bu sadece kültür-medeniyet birleşiminin Avrupa'da belli bir bütünleşmeye ulaştığı,yani başka yerlerdeki bütünleşme tarzlarından farklı olduğu manasına gelir. Bir insana pek yakışmış olan bir elbise başkasına o derece yakışmaz; çünkü elbise ile onu giyen kişinin bedeni bir bütün teşkil eder. Fakat buna bakarak, başka bir insanın rengi ve şekli kendi vücuduna göre olan bir elbise diktiremeyeceğini söylemek doğru olmaz.
Avrupa kültürü ve medeniyeti diye iki ayrı şey olmadığını söyleyenleri yanıltan şey, işte bu birleşimin mükemmelliğidir. Öyle ki, birbirine son derece uygun bir terkip meydana getiren kültür ve medeniyet, çıplak gözle ayırdedilemeyecek kadar kaynaşmıştır. Bu iki şeyin birbirinden ayrılığı daha çok kültürü ile medeniyeti henüz uyuşmamış olan, yeni medeniyet değiştirme süreci içinde bulunan ülkelerde göze çarpar. Bununla birlikte, ileride göreceğimiz gibi, teknoloji manevî değerler uyuşmazlığı günümüzün Batı dünyası için de çok önemli bir problem haline gelmiş bulunuyor.
Kültür ve medeniyet bir bütün meydana getirdiği zaman, bu bütününün parçaları mesela başka bir bütünün içine girdiği takdirde, evvelkinden farklı bir mana kazanır. Modern teknoloji de Avrupa ve Amerika dışında bir kültür bölgesine yerleştiği zaman, artık orada Avrupa'dakinin aynı olamaz; nitekim olmamaktadır. Burada bizim özümleme (assimilation) dediğimiz olay meydana gelir; yani herhangi bir unsur hangi bütünün bir parçası oluyorsa bütün tarafından özümlenir. Buna "değiştirerek bünyeye alma" da diyebiliriz. Kısacası, modern teknolojinin Batıdan başka bir yere girememesi için hiçbir mantıkî (teorik) sebep mevcut değildir... Bunu söyleyebilmek için, söz konusu kültürün özünde modern teknolojiye intibakının imkânsızlığını isbat etmek gerekir. Pratik örnekler bizim bu söylediklerimizi destekleyecek mahiyettedir.
Başka yerlerde ve başka vesilelerle de anlatmış olduğumuz gibi, Avrupalılaşmak için gerçekten Avrupalı gibi olmak lazımdır. Bizim klasik Avrupacıların haklı oldukları nokta budur. Fakat Avrupalılaşmak ile modernleşmek aynı şey değildir. Bu yüzden, modernleşmek için mutlaka Avrupalı olmak gerekmez. Zaten herhangi bir milletin bir başka millete ait kültürü olduğu gibi benimsemesi imkansızdır. Bu, tıpkı bir millete ait tarihin bir başka millet tarafından aynen yaşanması gibi olur. Tarih bir milletin hayatıdır; yani hayat içinde karşılaşılan ve büyük ölçüde başkalarınınkinden farklı olan şartların ve bu şartlara yapılan tepkilerin hikayesidir; kültür ise bu tepkilerden doğan inanç, norm ve davranış özellikleridir. Avrupalılaşmayı imkansız kılan şey işte budur.
Biz milletin tarih ve kültürünün o millete mahsus olduğunu kabul ettiğimize göre, her milletin modern teknolojiyi benimseme ve kullanma tarzının da kendine mahsus olacağını kabul etmeliyiz. Fakat teknolojinin milletlerarası ortak özellikleri yok mudur? Elbette vardır ve bu ortak özelliklerin doğurduğu problemler bütün milletleri şu veya bu derecede tedirgin etmektedir. Bunları bu denemenin üçüncü kısmında ele alacağız.
Baş taraftaki tartışmaya tekrar dönecek olursak, Batı teknolojisini almakla Avrupalı olmak gerektiğini söyleyenler esas tezlerinde haklı olmakla birlikte, kültür-medeniyet ayırımını çok basit bir seviyede ele almışlar ve modern teknoloji ile birlikte meydana gelecek değişmeleri (zarurî olanları da, kaçınılmaz olanları da) gerektiği gibi idrak edememişlerdir. Bunların çoğu Batı teknolojisine intibak ettiğimiz zaman, hayatımızı bütün sosyal müessese ve alışkanlıklarıyla birlikte aynen devam ettireceğimizi, sadece el tezgâhı yerine fabrikanın geleceğini ve böylece medeni dediğimiz vasıtalara asfalt yol, otomobil, ziraat makineleri, modern haberleşme vasıtaları, ilh. kavuşacağımızı düşünüyorlardı. Bugün de aynı düşünceyi paylaşan pek çok kimse vardır.
Aslında Batılılaşma tezi hiçbir zaman sadece Batı teknolojisinin değil, Batının "ilim ve tekniğinin" alınması şeklinde ortaya atılmıştır. Modern teknolojinin bir zenaat ustalığı olmadığını, bunun bütün bir ilmî gelişmeye bağlı bulunduğunu Osmanlı aydınları da pekâlâ biliyorlardı. Fakat modern teknolojiyi doğurduğu düşünülen ilmî gelişmenin insanların dünya görüşlerinde, insan münasebetlerinde, siyaset ve idare anlayışında ilh. meydana getirmiş olduğu değişmelerden kaçma imkânı elbette bulunamazdı. İlimdeki ilerlemelerin Batı dünyasında ne büyük değişmeler yarattığım az çok bildiğimize göre, bizde de büyük bir zihniyet değişikliğine yol açmasını beklemeliydik. Batıda Kopernik'ten Einstein'a, Harvey'den Freud'a kadar ilmin insan düşüncesine ve oradan topluma soktuğu yenilikler bizde de elbette tesirini gösterecekti. Fakat Batının "ilim ve tekniği" tezini ileri sürenler, genellikle gelenekçi tavrın temsilcileriydi ve bunların ilim derken kastettikleri şey daha çok fen, yahut uygulamalı ilimdi. Meselâ Tıb, Ziraat, Fizik, Kimya gibi konularda doğrudan doğruya tatbikata, yani keşif ve icatlara, âlet ve vasıtaların kullanılmasına yol açan bir ilmî çalışma düşünülüyor, aynı ilmin dünya görüşü ile ilgili konuları adetâ akla bile gelmiyordu. Botanik ilminin verdiği bilgilerle bitki yetiştirmeye kimsenin itirazı yoktu, ama meselâ bunlarla birlikte bir Darwin teorisinin düşünce sistemimizde yer alması kolay hazmedilir şey değildi. Nitekim Türkiye'de hâlâ bu teorinin tutulmasına karşı çıkan "elit" ve "kalkınmacı" gruplar vardır.(10)
Modernizm karşısında takınılan bu iki ana tavır, yani model alınan ülkelerin bütün hayatlarını benim seme veya her türlü yeniliğin benimsenmesi şeklinde mutlak modernizm görüşü ile, modern hayata kontrollü bir şekilde intibak etme tezi bize mahsus değildir. Bütün kalkınma çabasındaki ülkelerde veya modernizmin dışında kalmış bütün ülkelerde mutlak modernizm ile modernleşme aleyhtarlığı arasında derece derece değişen görüşler temsil edilmektedir. Ancak kalkınmakta olan ülkelerde mutlak ve kontrollü modernleşme tezleri ön plânda görüldüğü halde, daha geri kalmış topluluklarda kuvvetli modernizm aleyhtarı cereyanlar da vardır.(11)Fakat bugün dünyaya hâkim olan manzaraya bakacak olursak, artık modernleşme kolayca itiraz edilebilecek bir fenomen olmaktan çıkmıştır; ondan hoşnud olmayanlar modernleşmeyi reddedecek yerde kontrol etmenin yollarını araştırıyorlar. Buna karşılık, modernleşmenin dışında kalmak isteyen bazı gruplar hippiler vs. cemiyette sürekli olmayan birtakım marjinal gruplar halinde kalmışlardır.(12)
Dipnotlar :
7. İdarî ve iktisadî değişmenin nüfus artışına ayak uyduramadığı hallerde doğan sonuçların belki de en vahimi, yeni nesillerin gereği gibi eğitilemeyişi ve kalitesiz bir kitlenin (çoğu zaman diplomalı) ortaya çıkmasıdır. Bu insanlar cemiyetin iktisadî bünyesine asimile edilemedikleri gibi, sosyal ve kültürel bünyeye de asimile edilemiyorlar.
8. Bu konuda fazla bilgi için bkz. Peter Berger et al. The Homeless Mind. Pelican Books, 1974.
9. Peyami Safa (Türk İnkılâbına Bakışlar) "medeniyet" tâbirinden Batı medeniyetinin anlaşıldığını, fakat bazılarının bunu sırf teknolojiden ibaret gördüğü halde bazılarının bütün âdet, gelenek ve müesseseleriyle birlikte Avrupa'nın benimsenmesi şeklinde düşündüklerini söylüyor. Şu satırlar (s. 84) bilhassa dikkate değer: "Böyle bir milletin siyasî istiklâlini Avrupa devletlerine kabul ettirdikten sonra içeride yapılacak tek ve büyük bir iş vardı: Garp metodunu, yeniçağ Avrupası'nın tekniğini yıkılmış bir imparatorluğun zarurî kıldığı endişelerden hiçbiriyle sakatlanmadan, şeriat ve saltanat korkusundan temizlenmiş bir bütünlükle, yekpare ve tastamam bir inkılâp hareketi halinde memlekete sokmak."
Ve arkasından (s. 92) inkılâbın medeniyetçilik anlayışını şöyle özetliyor:
1. Lâikliğe ait bütün inkılâp hareketleri,
a) Din ile dünyanın ayrılması ve meşihatın ilgâsı,
b) Medreselerin ve şer'î mahkemelerin kapanması,
c) Tekkelerle zaviyelerin kapanması,
d) Mekteplerde din derslerinin kaldırılması,
e) Dinî hukukun ilgâsı ve Avrupa hukukunun kabulü,
f) Kaç-göçün, poligaminin kaldırılması,
2. Şapka,
3. Lâtin harfleri,
4. Darülelhân'da (konservatuvar) alaturka kısmın (Türk müziğinin) ilgâsı, yalnız Garp mûsikisi öğreten konservatuarların tesisi.
5. Garp takviminin, İngiliz haftasının ve pazar tatilinin kabulü.
6. Bütün Garp muaşeret ve kıyafetlerinin resmileştirilmesi.
10. Bu türlü bir direnmenin tabiî karşılanması gerekir. Darwin teorisi genellikle insanı maymun derekesine indiren bir görüş diye takdim edilmektedir ve bir çok kimselerin buna karşı çıkmaları onları izzetinefslerinin tabiî bir tepkisi sayılabilir. Bir insanın kendisi hakkındaki inançlarına açıkça aykırı düşen bütün teoriler dünyanın her yerinde şiddetli reaksiyonlarla karşılanmıştır. Darwin İngiltere'deki aydın ve âlim çevrelerinde bile bazan nefret, bazan alay konusu oluyor, fikirleri şiddetle reddediliyordu.
11. Bazı ilkel cemiyetlerde eski kültürün bir sembolik kıymeti adetâ kul-sallık kazanıyor ve bunun etrafında modern kültüre karşı şiddetli bir reaksiyon hareketi teşekkül ediyor. Bunlar için bkz; R. Linton, Nativistic Movements, American Anthropologisl, 1943, 45, s. 230-240.
12. C.H. Waddington (A Matter of life and death, The New York Keview of Books, June 5, 1969). Batı medeniyetinin ortak ve yerleşmiş değerlerine karşı isyanları Marksizm, sömürge isyanları, yeni sol, Bitnik hareketi, Hippilik, Çiçek çocukları, Kastrocular, Gueveracılar ve üniversitelerde huzuru bozan her türlü aktivist grupların hareketleri olarak sıralıyor. Ona göre bu hareketlerin çoğu sadece mevcut teknolojiye değil, bütünüyle rasyonel ve mantıkî düşünceye karşı da açıkça düşmanlık ifade etmektedir. Fakat bu hareketlerin çoğu kendi taraftarlarını cemiyetin hem mantık, hem de teknoloji bakımından cahil kesimlerinden topladığı için, bunların mantıkî ve rasyonel düşünceye veya teknolojiye karşı çıkarlarken gerçekten ne demek istedikleri belli değildir. Aslında bu protestocuların pek azı insanın en karmaşık teknolojik başarısı olan "şehir"den kaçarak kırlarda ağır tarım işçiliği yapmaya hazır görünmektedir.
Camideki Rektör’ü rahmetle anıyoruz
1938'de Kırşehir'de doğdu. İlk ve orta tahsilini Kırşehir'de tamamladıktan sonra İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü'nü bitirdi. 1961 yılında aynı fakültenin Tecrübî Psikoloji Kürsüsü'ne asistan oldu.
1965 senesinde Psikoloji doktoru olan Güngör, 1965-1968 yıllan arasında ABD Colorado Üniversitesi'ne bağlı Instıtue ol Behavioral Science'de çeşitli konularda araştırmalarda bulundu. 1971 yılında doçent, 1978 yılında profesör oldu. 1982 yılına kadar aynı fakültede Sosyal Psikoloji dersleri veren Erol Güngör 1982 Temmuz ayında Selçuk Üniversitesi Rektörlüğü'ne tâyin edildi. Selçuk Üniversitesi’nin rektörü olarak Konya halkının gönlünü kazanmış, halkla üniversiteyi bütünleştirerek şehirde büyük bir canlanmayı meydana getirmişti. 24 Nisan 1983'de vefat eden Güngör evli ve bir çocuk babası idi. “Camideki Rektör”e duyulan sevgi şehirdeki bütün otobüslerin cenazesi için tahsis edilmesine sebep olmuştu. 1959 yılından itibaren vefalı târihine kadar Türkiye'nin belli başlı fikir dergilerinde ve gazetelerde çeşitli konularda pek çok makaleler ve ansiklopedilerde sahasıyla ilgili maddeler yazan Erol Güngör'ün baslığa teilif ve tercüme eserleri şunlardır:
ESERLERİ :
1. Türk Kültürü ve Milliyetçilik
2.Kültür Değişmesi ve Milliyetçilik
3.İslam’ın bugünkü meseleleri
4..İslam tasavvufunun meseleleri
5.Dünden bugünden tarih, kültür, milliyetçilik
6. Türk Tarihi