M. Faik Özdengül
Yeniden
Handa kalıyordu. Akşam olunca sessizlik çökerdi bu şehirde. Alışmadığından pencereyi açtı. Kokuyu içine çekti önce. Sonra hafif rüzgâr yüzünü yaladı. Gözlerini kapattı. Derince nefes aldı. Sanki bütün şehri içine çekti. İçine her şey doldu. Olan biten her şey. Ayrışmadan. Kendi içindekilerle karıştı. Ağırlaştı. Pencere kenarındaki sandalyeye yığılırcasına oturdu. Kolları ağırlaştı. Başı omzunun bir kenarına doğru meyletti. Bekledi. Derin bir nefes daha aldı. İçinde biraz tuttu. Sonra içindekilerin bir kısmını pencereden dışarı doğru geri verdi. Aldıklarından bir kısmını geri iade etti. Biraz hafifledi. Biraz daha verdi. Biraz daha. Daha iyiydi.
Kapı çalındı. Hancı bir ihtiyacı olup olmadığını sordu. Şaşkın baktı hancıya. Çünkü bir garip sormuştu. Sorma biçimi garip geldi. Neye ihtiyacın var? Demişti zira. Başı öne düştü. Eliyle içeri çağırmadı da davet etti sanki. Belli ki bir aynaya ihtiyacı vardı öncelikle, bakıp neye ihtiyacı olduğunu görsün. Önce kendini görsün. Sonra neye ihtiyacı olduğunu.
Hancı tanırdı. Tanımıştı da. Yavaşça girdi içeri ve yanına oturdu. Tam karşısına değil. Zira mecalsizdi yolcu. Birden kendini görecek halde değildi. Hancı tanırdı. Bilirdi. Çok görmüştü. Yolcuların çok olduğu yerde. Onları ağırlar bir sonraki konağa kadar donatırdı. Bazıları orada kalır, bir kısmı da geri dönerdi. Hancı yargılamazdı. Kızardı bazen, lakin yargılamazdı. O da onlarla yol almaya çalışırdı. Ve beklerdi bir gün haberin gelmesini. O da kaldığı yerden yoluna devam etmek istiyordu. Bir akşam üstü gelip kalmıştı o da burada. Bir sabah gideceğini umarak. Hep o seher vaktini bekledi. Hiç vazgeçmedi. Sonraki konaklara gidip geri gelenler olurdu. Sorardı onlardan ileri menzilleri. Nasıl gidilir? Zaten geri gelenler de tekrar dönmek için gelirlerdi. Dönüşlerinde birlikte götürmek için yolcular aramak için dönerlerdi. Yolun mecburiyetlerindendi. Kılavuzluk.
Konuşmadan anlaşmaya başladılar. Beni de buraya bir kılavuz getirdi dedi yolcu. Geldiğime pişman değilim; ancak yorgunum. Biliyorum dedi hancı. Seni emanet edip gitti. Sınamaya kalktım onu. Eşekliğime yanıyorum dedi yolcu. Kendimi beğendim. Acı acı gülümsedi hancı. Yıllar öncesi geldi aklına. Sonra toparladı kendini. Hafifçe seslendi ve bir hikaye anlatmaya koyuldu:
Tanrı’yı ululamayı bilmeyen inatçı bir Yahudi bir gün Murtaza’ya ( Hz. Ali) dedi ki: Tanrı insanı korur değil mi? Evet dedi. Müminlerin Emiri. Başlangıçtan günümüze kadar hep korur gözetir. O zaman şu yüksek yerden at kendini. Sen inanmış birisin. Korusun seni. Ben de deliliyle inanıyım. Gözümle görüyüm. Müminler emiri ona dedi ki: sus, defol git de bu cüret yüzünden canın belaya sataşmasın! Kulun, iptilalara düşerek Tanrı’yı sınaması hiç yaraşır mı? A nadan, a budala, kulun ne haddi vardır ki edepsizliğe kalkışıp Tanrı’yı sınamaya girişsin? Sınama Tanrı’ya yaraşır... O, kullarını her an sınar durur. Bu sınamayla da içimizde gizlediğimiz inanışlarımızı bize apaçık gösterir. Âdem, bu suçla, bu hata ile Hakk’ı sınadım dedi mi hiç? “Padişahım, senin hilmin nereye kadardır? Onu görmek istedim” gibi bir söz söyledi mi hiç? “Ah, bu mecal kimde var, kimde? Senin aklın şaşmış, pek sersemlemişsin... özrün günahından beter!(4/353-365.Mesnevi)
Çok üzgündü. Pişmandı. Hancı eliyle başına dokunmasa saatlerce kalabilirdi öylece. Madem ayna olmasını istemişti. Daha da belirginleştirdi aynadaki görüntüsünü hancı ve devam etti:
Gök kubbeyi yücelteni sınamak ha! Sen, bunu ne bilirsin ki?
A hayrı, şerri bilmeyen, sen kendini sına, başkasını değil!
Kendini sınadın mı başkalarını sınamadan vaz geçersin.
Şeker parçası olduğunu bildin mi, şeker yapılan ve satılan yere layık olduğunu da bilirsin.
Sınamaksızın şunu bil ki Tanrı, yersiz, zamansız şeker göndermez sana.
Sınamaksızın şunu bil ki eğer başsan Tanrı, seni ayakkabı konan yere göndermez!
Akıllı kişi, hiç değerli bir inciyi abdesthane de sidik gölcüğüne atar mı?
Anlayışlı hakim bile buğdayı saman ambarına göndermez.
Mürit, önden giden, kılavuz olan şeyhi sınamaya kalkışırsa eşektir.
Din yolunda onu sınamaya kalkıştın mı a hakikatten haberi olmayan, sen sınanmış olursun...
Senin cüretin, senin bilgisizliğin çırçıplak olur, aleme yayılır... Yoksa o, bu araştırmayla nereden anlaşılır; nasıl meydana çıkar?
A yiğidim, bir zerre, kalkar da dağı tartmağa girişirse terazisi parçalanır gider!
Onlar da kendi akıllarınca bir terazi düzenler de Tanrı erini o teraziyle tartmağa kalkarlar!
Halbuki o, akıl terazisine bile sığmaz... Akıl terazisini bile kırar, parçalar!
Onu sınamak, ona emrine göre hükmetmek gibidir... Öyle bir padişaha buyruk buyurtmaya kalkışma sakın!
Hiç ressamlar, öyle bir ressamı sınayabilir, öyle bir ressama hüküm yürütebilir mi?
Eğer ressama bir sınama belirdiyse, ressam bir sınama bilgisine sahip olsaydı onu da çizen yine o ressam değil midir?
Artık o ressamın bilgisindeki suretlere nazaran bu ressamın çizdiği suret nedir ki?
Sana bir sınama vesvesesi geldi mi onu kötü talih bil... Gelip çatmış, boynunu vurmuştur!
Böyle bir vesveseye uğradın mı çabucacık Tanrı’ya dön secdeye var...
Secde yerini gözyaşlarınla ıslat... ey Tanrı, beni bu şüpheden kurtar de!
Sınamayı diledin mi işte o zaman din mescidin keçiboynuzuyla dolu demektir!(4/366-387, Mesnevi)
Ayna gammazlaştıkça gammazlaştı. Çok terlemişti. Bir bardak su verdi hancı. Ne de olsa yolcuydu. Merhamet etti. Yatırdı yanı üzerine yavaşça. Üstünü örttü. Hem kendine hem ona birlikte üzüldü. Yola devam etmek yerine çakılıp kaldığından. Ne ki çaresiz değildi. Kapıyı kapattı. Kendi secde yerine gitti. Islatmak için birikmiş gözyaşlarıyla birlikte. Ve ıslattı.
Şehir de ıslandı.
Hafif bir yağmur pencerenin pervazlarına dokunup toprağa düşmeye başladı. Gül bahçeleri yeniden yeşerdi.
www.pozitifdegisim.com