Yıldırım Beyazıt Akhan

Yıldırım Beyazıt Akhan

Çocukluğu büyük bir ıstırap ve yokluk içinde geçen, ilerleyen yıllarda siyaset ve eğitimini birlikte yürütürken ülkücü camia içerisinde kurşunlanıp ölümden dönen, daha sonraki yıllarda ise Yeminli Mali Müşavir olarak tanınan bir isim

Konya’nın meşhur ve meçhul yüzleri - 101

 

Yıldırım Beyazıt Akhan

 

Hazırlayan: Uğur ÖZTEKE

 

KOCA KÜRT LAKAPLI BABA

Konuğumuz 30 Nisan 1956 günü Mevlana türbesinin yanındaki Emir Ali Çelebi Sokak’taki 6 numaralı evde dünyaya gelir. Minik yavru, ev hanımı olan anne Bahriye Hanım ve çiftçilik yaparak ailesinin geçimini temin eden baba Mehmet Akhan’ın ilk çocukları İsmail Hakkı’dan sonra dünyaya gelen ikinci çocuklarıdır. Baba Mehmet Akhan ‘Koca Kürt’ lakabı ile anılmaktadır. Ama aslı Kürt olmadığı gibi Türkmendir.

DEDE HACI HİMMET AĞA 1948’DE KONYA’YA GÖÇER

Yıldırım Beyazıt Akhan’ın babası Mehmet Akhan, bölgede örnek çiftçidir, rençberdir. Yine o topraklarda yeni bitkilerin üretimini yapan, bitkilerin ve sebzenin daha kaliteli ve iyi üretimi için hep önderlik eden, bölgede ilk fidanlığı kuran, yine ilk kez derin kuyu pompasını vurduran insandır. Baba Mehmet Akhan Tarım Kredi Kooperatifinin kurucusu ve ilk başkanıdır. Tabii ilk derneği kuran ve başkan olan isimdir. Yıldırım Beyazıt Akhan

Şöyle anlatıyor:

“Rahmetli babam daha sonra köye gitmiş. Babam bizim bölgede kim kimin çocuğu akrabası hepsini çok iyi bilirdi. Hatta yıllar sonra gelirler babama ‘bunlar kimdir?’ diye sorarlardı. Babam 1965’te vefat etti. Dedem Hacı Himmet Ağa ise bölgede ‘Haydaroğlu’ diye tanınmakta, 1948’de ise ailesi ile Konya’ya göç ederek bir yanda da şehrimize yerleşen aydın bir insandı.”

11 ÇOCUKLU GENİŞ BİR AİLE

Yıldırım Beyazıt Akhan ilerleyen yıllarda dünyaya gelecek diğer kardeşleri İsmail Hakkı, Numan Ruşen, Himmet Yüksel, Ahmet Sami, Bahriye, Yasemin, Mehmet Fatih, Bilge, Güneş ve Sümeyye ile uzun, sağlıklı, mutlu ama pek çok acı hatıralarla dolu bir çocukluk hatta gençlik yaşayacaktır.

KOMŞU KADINLAR DEDEMDEN KAÇARLARDI

Doğduğu evdeki çocukluk anıları ile birlikte artık Yıldırım Beyazıt Akhan’ın hayat hikâyesini kendisinden dinleyelim:

Beş yaşına kadar doğduğum bu evde yaşadık. Tabii çocukluk hatıraları olsa da yine bu ev benim için çok ayrı bir anlam taşırdı. Çünkü dünyayı ben bu evde tanımaya başladım. İki katlı tipik bir Konya konağı idi. Alt katta oturma odaları üst katta ise misafir odaları vardı. Ev taş bina idi ama pek çok yerindeki ahşapları da iyi hatırlıyorum. Bahçesinde havuzu vardı. Bahçede bir de hariciyesi vardı. Dedem çok sert bir adamdı. Mesela o zamanlar kadınlar kapı önlerinde oturur, konuşurlar, vakit geçirirlerdi. Ama dedem sokağa girdi mi onları öyle kapı önünde gördü mü ‘Niye buralarda oturuyorsunuz?’ diye çok kızardı. Onun için de kadınlar dedem sokağın ucundan göründü mü korkup kaçarlardı..

HACIVEYİSZADE EFENDİ, YARMALI HACI DURAN, HACI ŞÜKRÜ, KULİ HOCA BİZİM ÜST KATTA TOPLANIRLARDI

Hacıveyiszade Efendi ve diğer konuklar ile dedem bizim evin üst katında toplanırlardı. Dedem Hacıveyiszade Efendi’ye tâbi idi. Mesela bize devamlı gelenler sarasında Yarmalı Hacı Duran Dede, Hacı Şükrü amca,  Mümtaz Koru, Asmalı mescidin imamı Kuli Hoca vardı.

Hatta devamlı gelenler arasında bir de asker vardı, yarbaymış. O, Mümtaz Koru’nun evinin ikinci katında oturan kiracısı imiş.

HOCA EFENDİ BANA SÜREKLİ HOROZ ŞEKER VERİRDİ

Hacıveyiszade Efendi bütün çocuklara olduğu gibi bana da gördüğü zaman her yerde horozlu şeker verir, bizi severdi. Benim amcam çok güzel resimler yapardı. Bir de o zamanlar Mevlana’nın oradan Şerafettin Camii’ne çıkılan yerde bir çocuk bahçesi vardı. Annem ile babaannem beni oraya götürürlerdi. Diğer çocuklar ile orada kayardık sallanırdık.

GÖĞSÜMDE KAN ÇIBANI ÇIKINCA

Bir de hatırladığım hiç unutamadığım bir olay şu: Küçükken benim göğsümde kan çıbanı çıkmıştı. Beni bir hacı teyzeye götürdüler. O da kan çıbanını dağlanmış demirle yaktı. O kadar canım yanmıştı ki çok uzun süre korkumdan o hacı teyzenin mahallesinden, kapısının önünden dahi geçememiştim.

BABAM ÇOK İYİ BİR TARİHÇİ İDİ

Babam çok iyi bir tarihçi idi. Babam benim kitaplığımdaki bütün kitapları okumuştur. Adeta bizim bölgenin ehli vukufu idi. Köyün sıhhiyesi idi. Lokman Hekim ilaçlarını hep babam tavsiye ederdi. Babamın dayısı Uzun Mehmet Ali ise yıllarca dava vekilliği yapmış. Parseli çok iyi bilirdi. 31 köyde kim kimin akrabası, kimin yeri kimin bilirdi, hep ona sorarlardı. Hafızası çok güçlü idi.

5 YAŞINDA OKUMAYI ÖĞRENDİM AMA ÇAMURA GİRDİM Mİ O ÇAMURDAN ÇIKMAYA BİLE GÜCÜM YETMEZDİ

5 yaşında iken Hotamış’a gittik. Hotamış İlkokulu’nda okudum. Güneri Taneli öğretmenimiz idi. Yedek subaydı, bize öğretmenlik yaptı. Abimi okula giderken gördükçe ben de okula gitmek istedim, dahası ona özendim. Çantam yoktu. Babam hiç unutmuyorum lokum sandığından bana bir çanta yapmıştı. O çantanın içine de alfabe filan koydular. Beş yaşında okula gitmeye başladım ama daha çocuktum. Mesela kışın yağmurda okula giderken öyle yol filan olmadığı için çamurun içinde bata çıka giderdik. Ama ben küçük olduğum için çamura girdim mi kendimi çamurdan kurtaracak gücüm dahi olmazdı. Mesela, beş yaşında iken okula gittim ve ilk okumayı çözen, okuyan ben oldum. Ama okula kayıtlı değildim ki; çünkü yaşım küçüktü. Abimi çağırmışlar, ondan bilgi almışlar ve re’sen yazmışlar.

OKULDA AŞIR KÖMÜRCÜ

İLE YARIŞIRDIK

Okulda Aşır Kömürcü diye çok çalışkan bir öğrenci vardı. Birincilik için hep onunla yarışırdım. O bir defa dinleyerek ezberler, bense bir defa okuyarak ezberlerdim. Ama o fakir bir ailenin çocuğu olduğu için ilerleyen yıllarda okuyamadı. Birinci sınıftan itibaren bütün hocalarımız benim okumamı istediler. Babama hep “bu çocuğu okut” dediler. Zaten bizim o kuşaktan okuyan iki üç kişi vardır. Biri Avukat İsmet Öztürker, diğeri Carı (Şaban Carı’nın kardeşi) bir de rahmetli Remzi Akhan.

ANNE DEDEM KOCA MUALLİM CUMHURİYET’İN İLK ÖĞRETMENLERİNDENDİ

Anne dedem Cumhuriyet’in ilk öğretmenlerindendi. Osman Nuri Atalay. Ona ‘Koca muallim’ derlerdi. 43 sene öğretmenlik yapmış. Birçok öğrenci yetiştirmiş mesela Ömer Dinçerler’in de hocası idi.

ABİMLERE MATEMLATİK DERSİNDE TOPLU HALDE DAYAK ATINCA EVDE ÜÇ MİSLİNİ YEDİM

Okula başladığım zaman abim benden iki sınıf üstte idi. O bir sene sınıfta kalınca aramızda bir sınıf kalmış oldu. Ben dördüncü sınıfta iken abim beşinci sınıf okuyordu. Ama ben büyük sınıfların bile çözemediği matematik sorularını anında çözerdim. Derslerim çok iyi idi. Bir gün beşinci sınıflarda bir matematik sorusunu çözen olmayınca dördüncü sınıftan beni çağırdılar. O soruyu tahtada ben çözdüm. Öğretmenleri de ceza olarak benden bütün sınıftakileri tokatlamamı isterdi. Tabii içlerinde abim de vardı. Ben hepsini tokatladım. Ama eve gelince abime attığım tokadın üç mislini ben yedim, çünkü abim ‘Bana niye hızlı vurdun’ diyerek beni çok fena dövdü.

USLU BİR ÇOCUKTUM AMA BİR DEFA KAVGA ETMİŞTİM

Aslında çocukken uslu bir çocuktum, bir defa kavga ettiğimi hatırlıyorum. Onda da Mustafa Sözen ile kavga ettik, burnuna vurdum ve burnunu kanattım. Başka da çocukken öyle hiç kimse ile ya da birisi ile ciddi kavga ettiğimi hatırlamıyordum.

14 YAŞINA GELMEK DEMEK BÜYÜMEK DEMEKTİ

Bizim orası nahiye idi, aşiretçilik vardı. Kan davası vardı. Hatta kan davası çok yoğundu diyebilirim. İnsanlar kendi geleceklerini kendileri çizerlerdi. Bir insanın büyüme yaşı ise 14 filandı. Mesela babam 14 yaşında evlenmiş. 14 yaşına gelmek demek, yaşı ilkokulu bitirme, ilk harçlık ile sigara alma, ilk takım elbisenin alınması ilk iskarpin ve şapkanın alınması demekti. O yaş artık çocukluğun bittiği delikanlılığın başladığının işareti idi. Tabii bir de eskiden o yaşa gelen çocuğa tabanca verilirmiş, bize de 14 yaşına geldiğimiz zaman diğerlerini yaptılar, sadece bir tabancayı vermediler.

10 YAŞINDA ANNEMİ KAYBETTİM

Yıldırım Beyazıt Akhan bugün çevresinde son derece sert görüntüsü ile bilinen, titiz, çalışkan, disiplinli, otoriter özellikleri ile bilinir. Ama sohbetimizin bu bölümünde o sert görüntüsünün altındaki duygu yüklü yufka yüreği ortaya çıkıyor, sesi çatallaşıyordu:

Annemi kaybettiğimde daha 10 yaşında bir çocuktum. Dahası annemin öldüğünü onu kaybettiğimi bir daha göremeyeceğini filan tam olarak anlayamamıştım. Onun ölümünü, onu kaybedişimi kafamda bloke ettim. Ama koyun filan güderken, kimseler yokken, annem için bir tarafa saklanır saatlerce sessizce ağlardım.

1965 YILI BENİM İÇİN HAYAT MÜCADELESİNİN BAŞLADIĞI YILDIR

1965 yılı benim hayatımda önemli bir yıldır. Çünkü bu yıl benim için hayat mücadelesinin başladığı yıldır. Babam annem ölünce ikinci kez evlenmişti. Kardeşlerimin en küçüğü ise henüz 2.5 yaşında idi. Yaşamımı artık kendim temin etmeliydim. Beni erkek çocuğu olmayan halama evlatlık olarak verdiler.

KUR’AN KURSUNDA POLİSE YALAN SÖYLEMEDİĞİM İÇİN YEDİĞİM DAYAKLAR

Rahmetli dedem beni Karapınar’daki Kur’an kursuna götürdü. Dört günde Kur’an-ı Kerim’i okumaya başlamıştım. İki sene Kur’an kursuna gittim. Bahri Güdal diye bir çocuk vardı.  Beni onu sürüklemem için görevlendirdiler. Aynı sayfayı okumakla görevliydik. O 15 yaşında idi. Dik Parmağın oğlu Bahri. Biz böyle kursa devam ediyorduk. Aradan 4 ay filan geçmişti. Namaz vakitlerinde Selimiye Camii’ne gelirdik. Yine bir gün Selimiye Camii’nde ikindi namazından Kur’an kursu talebeleri ile birlikte toplu olarak çıktık. Ben Bahri’yi sürüklediğim için hep birbirimizi takip ederdik. Bahri o gün bizden ayrıldı, otobüslerin olduğu yere doğru yürümeye başladı. Çay bahçelerinin oradan geçtiğini gördüm. Sonra da unuttum. Ama bir gün sonra polisler Kur’an kursuna geldiler. Belediyeden de ekipler geldi, çatılar filan arandı. Bizim hocalarımızdan Ahmet Uzunlu, Eyüp Hoca, Mustafa Serin, ‘Bahri Güdal kayıp size sordukları zaman hiç biriniz ben görmedim diyeceksiniz’ diye sıkı sıkı bizi tembihlediler. Ama ben kalktım ‘Ben Bahri’yi giderken gördüm’ dedim. Bana çok kızdılar, ben hocalar kızınca da ‘niye’ diye soramadım. Ama kafam karışmıştı. Sonra toplu halde bizi karakola götürdüler. Karakolun amiri komiser Hasan Özlü idi. Karakolun içinde bizi şöyle bir hilal yaptı ve sorgulamaya başladı. Herkes ‘ben görmedim’ diyordu. Sıra bana geldiği zaman ‘Ben gördüm’ deyiverdim. “Nasıl gördün,  kiminle gördün?” diye bana sormaya başladı. Sonra hocaya döndü ‘Hani kimse görmemişti, bunlar niye yalan söylüyor?’ filan dedi. O anda herkesin içinde kendimi mercimek gibi küçük hissettim. Daha sonra kursa dönünce hocalar; ‘Niye gördüm dedin, biz sana kimseyi görmedim diyeceksin demedik mi?’ diye beni çok fena dövdüler. Şimdi bile o gün aklıma geldiği zaman tokat izlerini, tokatları, suratımdaki acısını hissediyor gibi oluyorum. Beni Kur’an kursunda dışladılar. Bu bana çok ağır geldi. Daha sonra tekrar karakola gittik. Sorgu sırasında komiser bana yine sorunca dayanamadım ve ağlayarak beni çok kötü dövdüklerini anlatmaya başladım. Hepsini, beni döven hocaları isim isim söyledim. Çünkü haksızlığa uğramıştım. Hocalara kızdılar, onları bir süre karakolda tuttular. Biz tekrar kursa döndük. Bu sefer de Kur’an kursunda büyüklerimizden kim önüne geldi ise beni çok fena şekilde yine dövdü. Nasıl dövüyorlardı beni. Bunlar kurstaki kıdemli öğrencilerdi. Bana çok ağır hakaretler ediyorlardı. Küstüm ve kurstan kaçtım. Eve gelip durumu anlattım bu kez bir de babam beni kurstan kaçtım diye dövdü. Beni çobana çeltek (yardımcı) verdi. 500-600 koyunumuz vardı. Tek başına bunlara bakıyordum bir de çobana yemek filan yapıp hizmet ediyordum artık. Eşekle su çekiyordum küçüktüm, bu iş de oldukça ağır bir işti. Henüz daha 11 yaşındaydım.

İSYAN EDİP HALAMA SIĞINDIM

Bir gün isyan ettim, eşeğe bindim, yayladan köye döndüm. Köy ile yaylanın arası 20 kilometre filandı. Halama gittim, ona sığındım. Babam da ikinci evliliğini yapmıştı. Hayat da artık benim için zorlaşmıştı. Halamla babam bu yüzden kavga ettiler. O arada Karaman’daki teyzemler köye ziyarete gelmişlerdi. Büyük halam küçük halam Naciye’ye ‘Bu çocuğun durumu burada çok zor, onu yanına al götür’ dedi. ‘Onu sen okut’ dedi. O zaman okula kayıtlar başlamış, herkes derslere giriyordu. Bu yüzden de beni okula almadılar. 9 Kasım 1966’da eğitim için okula kayıdım yapıldı. Dedem Karaman İHL’nin müdürü Seyit Ali Koyuncu’yu aradı ve beni yazdırdı. Okula geç başladığım için ilk anlarda epey bir bocaladım. Okula giderken ayağımda yırtık bira ayakkabı, siyah gömlek, yeşil pantolon vardı. Başka hiçbir şeyim yoktu. Dedem de sonuçta emekli bir öğretmendi, oturduğu ev bile kira idi. Ama dedem çok iyi bir rehberdi. Çok iyi bir pedagog, çok iyi bir psikolog idi. Beni dedem çözdü. Bu benim hayatımdaki ikinci önemli dönüm noktasıdır.

VEREM OLMUŞUM BU ARADA KIZILAY BANA PARDÜSÜ YARDIMI YAPTI

Mesela dedem bana harçlık verir, sinemaya git sonra gördüklerini izlediklerini gel bana anlat derdi. Ama ilkokula başladığım zamanlarda bocaladığım için birinci dönem sonunda 7 tane zayıfım vardı. Bildiklerimi bile yapamaz hale gelmiştim. Çünkü bildiğim çok iyi ondalık kesirleri bile yapamaz durumdaydım. Zaten sonradan okula gelmiş üstü başı pis, yırtık kirli çocuğa öğretmenlerden arkadaşlarından kim sahip çıkardı ki? Sınıflar 48 kişilik idi. Toplam mevcut ise 258 idi. Ama bu okuldan 29 kişi mezun oldu, bu mezunlardan birisi bendim.

Ahmet Özer fen bilgisi hocamız idi. Bu arada köyden sıkıntılı geldiğim için hastalandım, dedem beni sağlık ocağına götürdü, verem olmuşum. Kızılay’dan bana ilaç kürü yüklediler. Bir de hiç unutmuyorum sırtımda hiçbir şeyim olmadığı için Kızılay’dan bana bir pardösü verdiler. Bu benim hayatım boyunca almış olduğum ilk ve son yardım oldu. Bir yıl boylunca teyzem bana bal, süt, yumurta içirdi. “Niye bunları içiyorum teyze?” diye sorduğum zaman da hasta olduğumu söylemeyip “sesin güzel olsun diye içiriyorum” derdi.

SİMİTÇİLİK, SIVACILIK YAPTIM, KAVAK SOYDUM

O arada yaz aylarında simit sattım sıvacılık yaptım kavak soydum. Simit satarken dedem bana sermaye olarak 5 lira vermişti.50 simit satıyordum.540 kuruş günde kar ediyordum onları her gün götürüyor teyzeme veriyor ama bana arkamdan simitçi diye çocukların bağırması da ağrıma gidiyordu. Eniştemin eniştesi Hacı Ragıp amcanın lokantası vardı. Simitçi demeleri ağırıma gittiği için ‘Dede ben simit satmayacağım, orada çalışacağım’ dedim. Dedem ‘peki’ dedi. Ama Ragıp amca buradakiler bile adam gibi çalışmıyor ki sen simitçi mi adam gibi çalışacaksın diye beni lokantaya almadı.

İLK OKUDUĞUM KİTAP NİHAL ATSIZ’IN ‘BOZKURTLARIN DİRİLİŞİ’ İDİ

Mehmet Berber isimli hocamız sürekli olarak bana kitaplar veriyor ve benim okumamı geliştiriyordu. Mesela ilk okuduğum kitap Nihat Adsız’ın ‘Bozkurtların Dirilişi’dir. Çok ama çok kitap okudum, zaman zaman günde bir kitap bitirdiğim oluyordu. Yani her gün bir kitap okuyordum. Hatta öyle zaman oluyordu ki dedem ‘Oğlum şu kitabı bırak da biraz da derslerine vakit ayır’ demeye başlamıştı.

FUTBOL OYNAMAK İSTİYORDUM AMA SPOR KIYAFETİM YOKTU

Tabii büyürken spora da merak sardım, futbol oynamaya çalışıyordum ama spor kıyafetlerim yoktu ki. Karaman’da Hilalspor vardı. Maçta ya kalecilik yapıyordum ya da santrfor oynuyordum.

KONYA’YA DÖNDÜM HACI VEYİSZADE YURDUNA GİTMEYE BAŞLADIM

Nihat Erim hükümeti döneminde 1970-1971 eğitim yılında İmam Hatiplerin orta kısımları kapatıldı. Okul kapanınca ben de Konya’ya döndüm. Babamın babası, baba dedem de Konya’ya geliyormuş onunla döndüm. Çünkü onun da eşi öldükten sonra evlendiği ikinci eşi Konya’da yaşamak istiyormuş. Babam Konya’ya dönünce beni Hacıveyiszade yurduna verdi. Ama çok acıdır ki bunu bilerek söylüyorum burada öğretmen olmuş ama insan olamamış bazı eğitimcilerin dayakla eğitim sistemini tercih etmeleri yüzünden çok sıkıntı çektim. Bekir Doğanay, Ahmet Korhan, Şakir Ünalmış bizim hocalarımızdı.

BOKSÖR HAMDİ YİĞİT İDOLÜMDÜ

İlkokul 5 sınıftan beri spor yapmak istiyordum. Benim idolüm Hamdi Yiğit idi. Ragıp Ali Küçük hoca benim spor yapmamı istiyordu. Benim gözüm ise boksör olmaktı. Elemeler yapıyorlardı. Ferzande hoca vardı. Bir ara bana ‘uzat kolunu ölçeceğim’ dedi. Ölçtüler kol boyum 72 cm idi. Bu Türkiye standartlarının üzerinde idi ‘Bak elleri de kocaman’ dedi sonra beni tartıya çıkardılar, 67 kilo idim. O gün elemelerde Hasan Oğuz yoktu. Ferzande hocaya gittim, “benim bir arkadaşım var çok iyi boksör, çok kabiliyetli” dedim o da getir çalışsın dedi. Belki Hasan Oğuz’un spor yapmasında benim de böyle bir faydam olmuş oldu.

BUGÜNKÜ İNGİLİZCEMİN TEMELİNİ OKULDA ALMIŞTIM

Genç insandım, spor yapıyorduk. Ama taşradan geldiğimiz için okulda iki ayrı sınıf yapılmıştı bir Karaman’dan gelenler için bir de Doğanhisar’dan gelenler için. Ama ilerleyen zamanda biz Karaman’da çok iyi eğitim aldığımızı gördük. Mesela Engin isminde bir İngilizce hocamız vardı. Ben hala ondan aldığım İngilizce alt yapısı ile bugün yurt dışında bütün yabancı dil konuşmalarımı, yazışmamı yapabiliyorum, yaklaşık 3 bin İngilizce kelime biliyorum.

ÜLKÜ OCAKLARINA GİDİP GELMEYE BAŞLADIM

Bu arada okulda Milli Mücadele Birliği kurulmuştu ama zaman içerisinde bazı şeylerin ters gittiğini gördüm. Mesela Yahudi misyonunun Müslüman dünya üzerindeki etkisi konuşulurken farkında olmadan onların reklâmı yapılıyordu. Bu yüzden de bir gün akşam eve gelen iki kişiyi evden kovdum. 1971 yılında Ülkü Ocaklarına gitmeye başladım. İhsan Şanyer, Orhan abi, Ali Döngel, Ali Gökçe, Mustafa Gökçen, Mahir Edirneli, Musa abi rahmetli Zeki Loraslı, İdris abi ve daha pek çok ismini şu anda hatırlamayacağım idealist insan ile ocakta tanıştım ama o zamanlarda yeniydim ve kafamda bazı boşluklar vardı. Mesela Başbuğ deniliyordu Başbuğ kimdir? Ne iş yapardı? Nasıl birisi idi? Bilmiyordum, Mümtaz Koru iş hanı ikinci katta birisi vardı bana 20’ye yakın kitap verdi.

ARTIK BİR TARAFTAN SEMİNERLER VERİYOR DİĞER YANDAN HAMALLIK YAPIYORDUM

Bu arada cumartesi pazarları da muhacir pazarında sebze meyve satıyordum. Ayrıca Cuma günleri kanalizasyon kazma gibi ek gelir getirici işlerde çalışıyordum. Okul Başkanı olmuştum seminerler veriyordum ama okuduklarım ve anlattıklarımda bazı şeyler kafama yatmıyordu. Bankacılık, tarım sanayi, bana sanki çala kalem yazılmış gibi geliyordu. 73- 74 eğitim yılında idik. Okulda ise artık hocalarımız derse giriyorlar ve derse başlarken –‘Dersimiz milli görüş’ diyorlardı. 1974 de okuldan mezun oldum. Bu arada da sebze halinde hamallık yapıyordum. Döngel’in orada İsmail Haydaroğlu, Orhan Döngel ile birlikte günde 135-140 lira para kazanıyordum. Normal bir işçinin yevmiyesi ise en fazla 30- 35 lira idi. Çok çalışıyordum.

ARİFE GÜNLERİ BİLE İNŞAATLARDA ÇALIŞIYORDUM

Bir de işçilik yapıyor, inşaatlarda çalışıyordum. Bir Ramazan günü Acenteciler sitesindeki inşaatı yapan adama gittim, “ben inşaatta çalışmak istiyorum” dedim, bana ‘ne iş yaparsın?’ dedi. Ben de cumartesi pazar iş verirseniz çalışırım. Her işi yaparım. Öğrenciyim harçlığımı çıkarmak istiyorum’ dedim. Sıvacı 35, duvarcı ise 30 lira yevmiye alıyordu. Ve ben sıvacı olarak çalışmaya başladım. Çünkü iki arkadaş bir evde kalıyorduk, evin kirası 175 lira idi. Hafta içi ise kitap satıyor komisyon alıyordum. İnşaatına gittiğim adam ilk gün çalıştıktan sonra paramı vermişti, ama ikinci gün yanında genç biri ile geldi adam eczacı imiş. Bana yanındaki ben yaşlarındaki çocuğu göstererek ‘Bugün bunu da çalıştıracaksın’ dedikten sonra çocuğa döndü ‘Bak bu adam da okuyor ve geliyor çalışıyor, sen ne okuyorsun ne de çalışıyorsun, eczaneye bile gelmiyorsun, çalış bakalım’ dedim. O gün çocuğu öğlene kadar zor çalıştırdım. Ben arife günü bile çalışırdım çünkü babam silah yüzünden cezaevine girmişti Arife günü bile çalışıyor bayramda babamı görmek, para götürmek için yanına gidiyordum. Bu da bana büyük bir ders olmuştu.

ABİM KIBRIS HAREKÂTINDA GAZİ OLMUŞTU

Kıbrıs barış harekâtı başlamıştı. Abim askerdi. İlk çıkarmaya abimde katılmıştı abim gazi oldu, babam çok büyük bir travma geçirdi. O haber geldiği zaman babamın rengini hala çok iyi hatırlarım, çok kötü olmuştu. Babam abimin sağ olduğu haberini alıncaya kadar eve gelmedi, tam 18 gün Mersin’de bekledi ve abimin sağ olduğunun haberini alıp döndü.

KARAPINAR’A DÖNÜP İMAMLIK YAPMAYA BAŞLADIM

O yıllarda İHL mezunları ODTÜ, Hacettepe, Atatürk Üniversitesi, Tarsus, Muğla, Balıkesir işletmelere alınabiliyordu. 428 puan almıştım. Hacettepe’ye ön lisans kayıt yaptırdım. Ama param yoktu ki, orada okuyamazdım. Radyodan alınacak öğrencileri dinlerdim. 24 Eylül günü bir ceket gömlek ile Erzurum’a kayıt yaptırmak için gittim. Cebimde 50 lira param vardı. Otobüs beş lira idi. 4 gün orada kaldım. Ben edebiyat okumak istiyordum. Daha fazla orada bekleyemedim çünkü param bitti. Muğla İşletmeye ODTÜ’nün bir bölümüne kayıt yaptırdım. Olmamıştı, o sene Karapınar’a geldim. İmamlık yapmaya başladım. Karapınar’da Ülkü Ocaklarını kurdum. Rahmetli kaymakamımız (1975)  Rıfkı Başkaya müftü ile konuşmuş sonra beni çağırdı. Bana ‘Sen ne yapmak istiyorsun?’ dedi, ben de kendisine ‘Gerçek imam olmak istiyorum’ dedim, bu lafımı çok sevmiş.18 yaşında idim. Karapınar’a ilk tiyatroyu getirdim. Sinema salonu 300 kişilik idi. O yıl MHP’ye Karapınar’dan 47 oy çıkmıştı. Sinema o gün dolduğu gibi bir o kadar da insan da dışarıda kalmıştı. Tiyatro tek kişilik bir monolog idi. Bu gösteriden elde edilen parayı da TSK Vakfı’na bağışladık. Rahmetli Rıfkı Bey bizi çağırdı ve tebrik etti.

HİÇ BİR MEVLİTTEN HATİMDEN PARA ALMADIM

İmam oldum için gittiğim hiçbir mevlitten hatimden para almadım, yemeğe bile gitmedim, ramazanda iftar yemeklerine bekârım diye katılmadım. Ertesi yıl yeniden üniversite sınavlarına girdim ve Muğla İşletmecilik bölümüne kayıt yaptırdım. Yine sıvacılık yapıyordum. Konya’dan Muğla’ya direkt otobüs yoktu. Kontaş ile Aydın’a gittim. İlk gidişimdi, sabaha kadar yol gittik. Oraya indiğimiz zaman eşyalarımı koyacağım bir yer de yoktu, eşyamı garajdaki emanete koydum. Biraz yürüdüm, Atatürk Parkı’na gelmişim… Oturdum, orada uyumuş kalmışım, uyandığımda arkamda yakasında Yüksek İslam Enstitüsü rozeti bulunan birisi duruyordu. Ona durumumu anlattım.  Karslı bir hoca idi. Onlar da otel kiralamışlar böyle üniversite için gelen öğrencileri topluyorlarmış. Bana ‘benle gel’ dedi ve o otele gittik. 24 kişilik bir oteldi. Bu otelde kaldık. Bugünkü PKK misyonunu o zaman sol siyaset yapıyordu.

BİR GÜN ÖLÜMDEN DÖNDÜM

Biz ise ülkücü idik… Okul başladı.3- 4 defa ciddi kavgalara karıştık. Bir gün sekiz kişi ile tek başıma dövüştüm. Ertesi gün adliyeye çıktık. Onları karşımda görünce dalga geçtim ‘Hayırdır sekizinize birden tır mı çarptı?’ dedim. Tabii bende çok  kötü durumdaydım. Kafamı zor tutuyordum. Bu kavgayı TV haberlerde vermiş. Çünkü ciddi yaralılar vardı,  Karapınar’da da haberleri izleyen bir kişi durumu ve ismimin geçtiğini babama söylemiş. Dahası durumu çıtlatmış ‘Muğla’da senin oğlandan haber var mı?’ diyence babam huylanmış. Babam Muğla’ya çıktı geldi. Valiye, belediye başkanına ve emniyet müdürüne gitmiş, onlarla görüşmüş. Emniyet Müdürü babama ‘Oğlunu buradan al götür, onu burada yaşatmayacaklar, öldürecekler’ demiş. Bir de Sivaslı biri vardı, ikimizi de babama söylemiş. Artık okula tek başıma gidip geliyordum. Çünkü kimse korkusundan benimle okula gidip gelmeye cesaret dahi edemiyordu. Kendime çeşme borusundan çekiş gibi bir silah yapmıştım. Onu cebimde taşıyordum. Bir gün İstanbul Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’nde büyük olaylar olmuş, 2 Muğlalı solcu öğrenci öldürülmüş. Bundan haberim yoktu. Okula gidiyordum. Ocağa bir uğrayıyım dedim. Tarsuslu Serdar diye liberal görüşlü bir çocuk vardı. Ocağa çıktı geldi. Bana ‘Tedbir alın bugün burada büyük olaylar olacak, okula gitme’ dedi. Ben o gün okula gitmedim. O çocuk belki de beni o gün ölümden kurtarmıştı. Artık Ankara’ya nakil yaptıracaktım ama arkamdan ‘korktu kaçtı’ demelerinden de çekiniyor, bu durumu hazmedemiyordum.

BELEDİYENİN SALONUNDA ÇOCUKLARA SPOR YAPTIRDIK

Bu arada belediyenin spor salonunu kiralamış, çocuklara spor yaptırıyordum. Yağlı güreş turnuvaları bile düzenlemiştik. Tüm bu müsabakalar ödüllü idi. Çok büyük ilgi görüyorduk. Mesela Mehmet Güçlü bile bizim o turnuvalara görüşmeye gelmişti. Muğla’nın bütün köylerini tek tek, köy köy dolaştım. O bölgenin sofra kültüründen sosyal kültürüne kadar her şeyini çok iyi bilirim. Mesela Bodrum’un bir beldesinde Ülkü Ocakları’nı açtık. Orada bir konuşma yapıldı, hepimiz ağlamıştık.

HAYATIMA RENK VEREN İSİMLERDEN BİRİSİ DE RAHMETLİ MUSTAFA GİRGİN’Dİ

Muğla’da hayatıma renk veren isimlerden birisi de rahmetli Mustafa Girgin’di. ABD’de 16 yıl kalmış Bülent Ecevit’in dönem arkadaşı idi. İngilizce dersimize giriyordu. Solcularla ilk diyalogum İngilizce ile başlamış oldu. Hoca ‘Bize niye kavga ediyorsunuz?’ diyordu. Prof. İlker Atak ise ‘Arkadaşlar var olanın üzerine paylaşmanın kavgası yapılır, siz ise yokluğun üzerine kavga ediyorsunuz?’ demişti. İkinci sene okulda yalnız kalmıştım. MTTB’liler ile birleştik, 175 kişi olmuştuk. Ama onlar sonradan solcularla anlaştılar. Dahası bizi sattılar onlara : ‘Bu senaryoya ortak olmayın, eğer biz olmaz isek sizi hedef alırlar’ dedik. Bizi dinlemediler ve ertesi gün 150’sini birden okulun önünde dövdüler. Okul solcularındı. Ankara Mali Bilimler ve Muhasebe Yüksek Okulu’na gittim.

KAMİL UĞURLU BAŞBAKAN DEMİREL’İ AĞIRLAMIŞ DEVLET BAHÇELİ BENİ KAPIDA KARŞILADI

Kamil Uğurlu Süleyman Demirel’i tanıyormuş. Demirel o zaman Başbakan idi. Durumu kendisine anlatmış. Süleyman Demirel de Okul Müdürünü aramış. Bana “senin işin tamam okula git” dediler. Okul girişinde beni Devlet Bahçeli kapıda karşıladı. Beni dinleyince ‘Git Muğla’dan dosyanı al gel’ dedi. Ben tekrar Muğla’ ya gittim. Okulun Yazı İşleri Müdürü bana: ‘Böyle şey olmaz, madem alacaklar sana resmi bir yazı versinler, onu getir yoksa almazlar açıkta kalırsın’ deyince tekrar Ankara’ya gittim. Durumu Devlet Bahçeli’ ye söyledim. Bana ‘Sen git biz ne diyorsak onu yap dosyanı al gel’ dedi. Tekrar gittim dosyamı aldım geldim, kaydımı yaptırdım.

HAYATIMI ETKİLEYEN İSİMLERDEN ÜÇÜNCÜSÜ DE DEVLET BAHÇELİ’DİR

Hayatımı etkileyen isimlerden üçüncüsü de Devlet Bahçeli’dir. Partinin tarım, bankacılık sistemi, tarım kentleri, milli sanayi sistemi konularında kendisi ile sürekli saatlerce, günlerce tartışıyorduk. Bunların bana fizibil gelmediğini söylüyordum. Beni okulda gördüğü zaman hemen kolundan tutar, odasına götürür, saatlerce tartışırdık. Ama ben kendim onun kapısına gitsem 50 sene beklesem de içeriye giremezdim.

SBF ÖĞRENCİLERİ TARAFINDAN KURŞUNLANDIK

Ankara 1977’lerde siyasi yönden en çok harap olan kentlerin başında geliyordu. İstatistikte memur olarak çalışmaya başlamıştım. İtfaiye meydanında SBF öğrencileri tarafından kuşatıldık kurşunlandık Allah o gün de bizi korudu. O zaman kendimi korumam için rahmetli dedem bir silah vermişti. O silahı bir hafta üzerimde taşıyabildim. Okudukça okuyordum… Mesela Osmanlı tarihini 3 ayrı kanaldan okudum. Osmanlının durumunu, elde ettiği ülkelerdeki izlerini, aydınların halktan uzaklaşmasını okudum. Mesela Lale Devri’nin izahını bir türlü bulamadım.

ECEVİT DÖNEMİNDE ÖLÜM TAYİNİ OLARAK TUNCELİ’YE GÖNDERİLİYORDUM

1977- 1978 Ecevit döneminde devlet içerisinde önemli yer değiştirmeler, kadrolaşmalar oldu. Benim tayinim Tunceli’ye çıkarıldı. Bu ölüm tayini idi. 2 Şubat 1978 günü. Zaten o zaman Tunceli, Diyarbakır ve Kars sürgün yerleri idi. İstatistikte o zamana kadar iktidarların aldıkları adamlarla toplam kadro bin 800 idi. Ama Hikmet Çetin Bakan oldu… Tam tamına 2 bin 500 militan Kürt aldı. Biz ülkücüler ise toplam 50 kişi idik. Bir odada 26 kişi çalışıyorduk. Ben yine siyaset olarak da eğitim sekreterliği yapıyor, seminerler veriyordum. Mesai çıkışında koridorları iki taraflı kapatıyorlar İGD, Dev Genç, Dev Sol, DHKP-C,  Halkın Kurtuluşu broşürleri dağıtıyorlar, daireden çıkışta ise kaldırımlarda taciz etmeye, bizi tahrik etmeye çalışıyorlardı.

CHP MİLLETVEKİLİ DURMUŞ ALİ ÇALIK TAYİNİ ESKİŞEHİR’E ÇIKARTTI

Babam tayin işini duyunca hemşerimiz olan CHP milletvekili Durmuş Ali Çalık’a durumu söylemiş, bir gün bana “Nüfus cüzdanını al meclise gideceğiz” dedi. Ben Durmuş Ali Çalık’a bu iş için gitmemek istiyordum. Bu yüzden de bile bile nüfus cüzdanımı yanıma almadım. Meclise girişte nüfus cüzdanımı almadığım için beni meclise sokmadılar. Babam tek başına girdi. Durmuş Ali Çalık benim tayinimi Eskişehir’e çıkardı. Eskişehir müdürü vekile “militan” demiş benim için. Daha sonra Konya’ya geldim, Konya İl Müdürü Fethi Yıldırım idi. Konyaspor kalecisi Fethi ile biz birlikte de top oynamıştık. Makam odasında bana dosyamın üzerine bakanlıktan militan olarak yazılı gönderildiğini söyleyince ben de ‘bunun için kendimi değiştirecek değilim militan değilim ama ben ülkücü doğdum’ dedim. O da ben seni tanıyorum dedi. Oda bana ‘Yıldırım ben zaten ona inanmadım’ dedi. Bu arada arkadaşlarımızın dört parça olduklarını gördüm tabii bazı Konyalılarında riyakârlıklarını (!). Fethi Yıldırım’ın bir süre sonra tayini çıktı gitti. Başka bir müdür geldi. Devletin malını küçültmek için nasıl satıldığını gördüm ve istifa ettim. Mesela Atatürk köşesi yapılacakmış, bana sordular. Ben de “Atatürk’ü felsefe olarak kafamda yüreğimde yaşarım” demiştim bütün bunları bile tek tek not alıp rapor tutmuşlar. Mesela müdür birisi ile makamında uygunsuz yakaladım.  Müdürle daha sonra Ankara’nın bir gün telefonla araması sonucu tartıştık “Bana beni dövecek misin?” dedi ben de ‘Sana vurulmaz bile ancak acınır’ dedim. Daha sonradan Ankara’dan iki gün sonra müfettişler geldi. “Müdüre küfretmişsin” dediler. Ben de faturalardaki uygunsuz usulsüzlüklere kadar ne varsa anlattım, kızdığımı, tartıştığımı da söyledim. Ben uyarı cezası o da terfi durdurma cezası aldı.

İSTATİSTİK’TEN AYRILIP MÜŞAVİRLİK BÜROSU AÇTIM

İstatistik’ten ayrıldım, müşavirlik muhasebe bürosunu açtım. 2 Haziran 1981’de  dış ticaret,  altı ay sonra da gayri menkul kıymet artış vergisi ile ilgili yazılar yazdım. 6 Haziran 1982’de İsmet Kemal Mertli’yle Fatih Çarşısı’nda ortak olduk. Daha sonra ithalat ihracat belgesi işi çıktı, gümrükleme yaptım, dış ticaret yaptım, dış ticaret yapan ilk 3 adamdan birisi ben idim. Fakirliğin canına okudum…

1981’DE NURAN HANIMLA EVLENDİM

15 Şubat 1981’de Nuran Hanım ile evlendik. Bu evlilikten Semiha Gökçen (1982 doğumlu)

Gülçin (1984 doğumlu) ve İslam Yağmurbeg (90 doğumlu) isimli üç çocuğum var.

ODA SEÇİMLERİNDE STRATEJİ HATASI YAPTIK

1989’da Mali Müşavirler Odası’nın Yönetim Kurulu Başkanlığı’na aday oldum. Beş kişilik yönetim kurulu listesini yaptım 3 kişi bana oy verecekti. Ama Hüseyin Menekşe “ya ben başkan olurum ya da yönetimde olmam” dedi.  34 yaşında idim, kaybettik İkinci seçimlerde de bu kez strateji hatası yaptık ve yine kaybettik. 3 ve 4. dönem yani bugünkü yönetimdeki arkadaşlar ise bizim ekip. Mesleki anlamda öğretici, yön verici olmaya gayret ettim. Tüm meslektaşlarımı toplayarak muhasebe sistemi üzerinde çalıştık. Konya dışında ilk kez 1993’te 224 kişinin katılımı ile Alanya’da eğitim semineri yaptık. Sekiz eğitim semerinin ardından Yeminli Mali Müşavir olarak çalışmaya başladım. Konya’nın ilk 4 yeminli mali müşavirinden biriyim ( 1994 ).

DEDELERİMDEN HAYATI VE DİK DURUŞU ÖĞRENDİM

Öğretmen olan dedemden yani annemin babasından hayatı öğrendim, babamın babasından da dik duruşu öğrendim. Okumayı hala çok severim, şiir yazarım. Resim de yaparım ama bu konuda o kadar iddialı değilim. Amcam İsviçre’de bile resim sergisi açtı. Ayrıca bahçem var, burada 50 adet ağaç diktim, 30 adet de gülüm var. Özellikle Pazar günlerimi çocuklarıma ayırırım. Piknik yapmayı, yemek yapmayı severim. Konuşmayı severim, çenem düşüktür. Çocuklara hep ‘Yıldızlara yürümelisiniz onlara varamazsanız bile yönünüz belli olur’ derim… Bir de ‘Ölüm bile olsa ucunda asla yalan söylememeyi’ işlerim.