yazar-64
Acı Hayat
Bir televizyon kanalında yayımlanmış belki de hala yayımlanmakta olan bu isimde bir dizi var. Ama bu yazının konusu bu dizi değil. Yani başlıktaki popülarite sizi cezp etti ise ve bu dizi ve oyuncular hakkında –magazin(!) programlarında olduğu gibi- birtakım zırvaları okumayı hayal ediyorsanız –meraklılarını kast ediyorum.- size peşinen söyleyeyim bu köşeyi terk edin şimdiden. Ve bu düşünceyle bu yazıya takılanları hayal kırıklığına uğrattığım için kendimle ne kadar iftihar etsem azdır. Aslında bahsedeceğim şey, bu dizinin de onların içine dahil olduğu ve bir dönem bunun arabesk adı verilen birtakım müzik aletleri ile yapılan eylemin beyaz perdeye aktarılarak ilkel drama yöntemleri ile insanın huzurunu kaçıran sahnelerden mürekkep oyuncukların bugünkü uzantısı olan acılı dizi senaryolarının tümüdür.
Bizdeki sinema sektörünün hali malum… Dikkat edilirse sadece ticari kaygı güdülen filmlere bakıldığında bunların daha çok hayatın hep olumsuz yönlerini nazara veren, acılı ve ıstıraplı sahnelerin uzatıla uzatıla suyu çıkarılmış halleri artık yürekleri sızlatmaktan öte mideleri bulandırır hale geldi.
Bana kalırsa bu sorunun temelinde yine sanat ve edebiyattaki geri kalmışlık ve kendimize belli bir yön tayin edememe yatmaktadır. İbrahim Şinasi Efendi ile sanatta batıya yüzünü dönen edebiyatımız, birbiri ardınca gelen edebi akımların ortasında kendini buluverince hangisine hangi nedenle uyacağını bir türlü ne izah edebildi ne de herhangi birini hakkıyla uygulayabildi.
Bütün batı akımlarını sadece tebaiyet duygusu ile takip eden aydınımız maalesef realiteyi de hayatın acı gerçeklerinden ibaret saydı. Sami Paşazade Sezai “Sergüzeşt”inde hayata bu acı gerçekler zaviyesinden yaklaştı. Kölelik kurumunu sorgulamaktan ziyade, yarattığı Dilber adlı kahramanının etrafında sadece kölelere acımakta ve romandaki üslubu ile bu köle kıza ağıt yakmaktadır. Zannedersem bizdeki anlaşılmış şekliyle realist romanların prototipi olan bu tarz eserlerin ortak özelliği kahramanlarını tavsif ederken kullanılan, “zavallı” sıfatıdır.
İşte sanatımızdaki bu anlayış zafiyeti sinemada ve müzikte bayağılaşmayı- Siz buna arabeskleşme de diyebilirsiniz.- doğurdu.
Şimdi yukarıda bahsi geçen bozukluk dizilere de sirayet etti. Adamakıllı komedyen veyahut komedi senaryosu çıkaramayan sanat dünyası, çoğu zaman çareyi duygu sömürücülüğünde aradı. Televizyon dizilerinde sanat değeri aramak, onları bir sanat eseri olarak değerlendirmek, kadar çılgınca bir iş olamaz zaten. Mesele, bu dizilerin sigaranın, alkolün, eroin ve esrarın insan vücudunda yaptığı tahribatın aynını belki de on mislini insan ruhunda yaptığını görmek ve bu –bütün diziler için söylemiyorum- kökü belirsiz bir taarruzun ürünü olan tahribattan korunma yolları aramaktan ibarettir.
DERDİM NE?
Dizilerle ilgili ne etraflı bir çalışma yaptım ne de bir deneme tarzı yazı yazdım. Ama çoğu zaman gördüğüm şeyleri de yazılarımda o yazının konusu ile bağlantılı yerlerde ifade ettim. Derdim televizyon denilen kutunun sadece bir eğitim öğretim aleti olması değil. Doğrudan ahlaki ders veren bir vaiz vazifesi de yüklenmesi taraftarı değilim bu oyuncağa. Maksadım, daha doğrusu beklentim, sadece, okumaktan, kültürden, gayeden, uzak kesimlerin hayatına girmiş ve orada yer edinmiş. Onları yönlendiren kitlesel bir alette ortaya konulan kimi zaman realizm, kimi zaman güldürü, kimi zaman da romantizm maksatlı materyallerin, iddia edildiği gibi realiteye sadık, güldürüyü becermekten aciz olmanın en bariz göstergesi olan müstehcen şaklabanlıktan uzak, aşkın yalnızca hayvanların da becerebildiği şeyden ibaret olmadığını müdrik bir yayıncılık ilkesi gütmesidir.
EN VAHİMİ
Biz sadece bugün, bu yazıda kanallarda yayımlanan dizilerin eski arabesk filmlerden gelen ve kendi döneminde arabesk sanatçılarının kaset satışlarını tetiklemede bu dönemki kliplerin vazifesini gören bu filmlerin uzantısı olan acılı dizilerin üzerinde durduk. Ancak beni bu konuda yazmaya iten, toplumun değer yargılarını bilen ve ona göre yayıncılık yaptığına inandığım Kanal 7’de yayımlanan zannedersem “Kalp Gözü” üst başlığı altında yayımlanan “Anne Yarısı” isimli bir bölüm idi. Annenin kıymetinden bahsettiğini, onun çocukları için her fedakarlığı göze alabilecek bir varlık olduğunu telkin eden, anneye sevginin öneminden bahseden, bir bölüm olacağını zannederek izlemeye başladım. Ama öleceğini haber alan annenin ıstırabını basa basa amiyane tabirle, kanırta kanırta yürekleri sızlatmaktan –açık söyleyeyim sadistçe bir zevk aldığını düşündüğüm senaristi tebrik ederim. Zannederim yaptığı işten hem maddi açıdan hem de haz açısından büyük bir zevk almıştır. En vahimi de -pek çok kanalın hali bu konuda vahamet arz ediyor zaten- milli ve evrensel değerlere önem veren bir kanalda hem de topluma faydalı şeyleri telkin eden bir programda böyle bir konunun gayeden saptırılarak bu konuda acısı olanların acısını tazelemek, olmayanlara da hayatı yalnızca elemlerden ibaret gösterilmesidir.
Bu durum bizde realiteyi, sadece “acı gerçekler” olarak anlamaktan ileri geliyor. Bu Halit Ziya’nın “Mai ve Siyah”ından beri böyle…
Elbette bu tarz programlarda sadece tozpembe ve masalsı bir dünya resmi çizilmesi de doğru olmaz. Yapılan şeye eğer siz bir sanat eseri denilmesini istiyorsanız pek çok tezadı bir araya koyabilmelisiniz. Realizm ne insanların mahremiyetini olduğu gibi ekrana taşımak ne de hayatı acı gerçeklerden ibaret görmektir.
Senaristlik yolunda ilk adımını atacaklara tavsiyemiz, işe öncelikle Dünya ve Türk klasiklerini okumaktan başlasınlar. Emin olun bunu yaparak işe başlayan senaristler, Türkiye’de televizyonculuk adına çok şeyin değişmesinde önemli rol alacaklardır. Ama rica ederim, bu sözümden, Türk klasiklerini okurken onları günümüze uyarlayıp dizileştirmeyi anlamasınlar. Şimdi bir de bu moda çıktı. O da başlı başına ayrı bir yazı konusu.