Prof. Dr. Ali Akpınar
AVRUPA NASIL GELİŞTİ?
Elbette bizim kendi tarihimizden alacağımız pek çok örnek vardır. Kendi değerlerimiz ve bize ait güzel örnekler, bizim için öncelikle sahip çıkmamız gereken ve ibretle izlememiz gereken güzellikler. Ancak hikmet müminin yitiğidir, onu nerede bulursa almalıdır. İlim Çin’de bile olsa mümin onu almasını bilmelidir. Bu meyanda Avrupa’dan alacaklarımız vardır ve onlardan da istifade etmesini bilmeliyiz.
Ne var ki bizde Avrupa hayranları, Avrupa’nın hep şirin taraflarını anlatırlar, oradaki ahlakî çözülmeleri, ailevî yıkımları, değer aşınmalarını, kopan akrabalık bağlarını, unutulan insanî ilişkileri, bencillik ve benzeri ahlakî yoksunlukları hiç anlatmazlar. Bu nedenle Avrupa’nın yalnızca iyi taraflarını anlatmaya karşıyım. Oradaki güzelliklerden bahsederken mutlaka bu hatırlatmaları yapma ihtiyacı duyarım.
Geçen haftalarda bir kısım programlarım vesilesiyle Almanya-Avusturya-İsviçre şehirlerinden geçtim. Orada köy-şehir farkı kalmamış gibi. Gelişmişlik her ikisinde de mevcut. Hava ve çevre temizliği, plan ve düzen de öyle. Zaten insanlar şehirde oturup köyde çalışıyor yahut köyde ikame edip şehirde çalışıyor. Köyler-şehirler birbirine ulanmış durumda. Köyde yahut şehirde oturmanız pek fark etmiyor. Fabrikalar, şehirler kadar köylere de dağılmış vaziyette. Yol ve ulaşım problemi yok. Hava alanları son derece düzenli. Tabi bunda nüfus yoğunluğunun da payı var. Orada kamuya hizmet veren yerleri daha az sayıda insan kullanıyor.
Avrupa’da insana ayrı bir değer veriliyor. Hayat ve hizmetler insan merkezli olarak planlanıp kuruluyor. Trafikte seyredenler özellikle lambasız yaya geçitlerinin olduğu yerlerde, karşıdan karşıya geçmek için kaldırımda bekleyen yayaları da hesap etmek zorunda. Çünkü trafikte yayalar her zaman geçiş önceliğine sahip. Bisikletliler de öyle. Avrupa’da günlerce da kalsanız, klaksiyon sesine hasret kalırsınız(!) . Zira araçlar vara yoğa çalmadıkları gibi, gerektiğinde bile korna çalmıyorlar. Hatta bu arabalara klaksiyon niye konuldu ki diye sorasınız geliyor!
Çarşı Pazar bizdeki kadar yoğun ve heyecanlı değil. Zira pazarlarda fiyatlar, bizdeki gibi pazarlarda marketlerin yarı fiyatı değil. Dolayısıyla ne yola kadar dükkânının önüne tezgah açmış dükkanlar var, ne de ulu orta yerde satış yapan satıcılar var. Mahalle aralarında bağırıp çağıran seyyar diye bir kavram yok buralarda!
Cadde ve sokaklar tertemiz, yollar bakımlı; trafik, kurallarına göre akıyor. Trafik lambalarının olmadığı kavşaklarda ve tali çıkış yollarında dahi trafik herhangi bir karmaşaya ve kilitlenmeye meydan vermeden çizgilere ve genel geçer kurallarına göre işliyor.
Yirmi yıl öncesinde hayretle şahit olduğumuz ve bizzat yaşayarak öğrendiğimiz gibi çöp toplama faaliyeti itina ile devam ediyor. Bir kere Avusturya’da çöp naylonları belediyeden, çöp vergisiyle birlikte satın alınıyor. Yiyecek artıkları dönüşüm özelliğine sahip yeşil poşetlere konuyor. İşe yaramayan atıklar ise siyah poşetlere konuyor. Çöp poşetleri ucuz olmadığı için çok çöp çıkarmamaya, çöplerinizi itinalı bir şekilde poşetlere istif etmeye mecbursunuz. Zaten kâğıt atıklar, her yerde kolayca erişilebilen kâğıt kutularına, cam-plastik atıkları kendi kutularına, metal atıklar da metal kutulara konuyor. Gelişmiş oldukları halde bizdeki gibi çöpler hoyratça telef edilmiyor, tam aksine her çeşidiyle değerlendiriliyor. Marketlerin çoğunda naylon poşetler ücretli, bu yüzden çok poşet kullanmamaya, kullanılmış poşetleri tekrar kullanmaya gayret ediyorsunuz. Çöpler yerli yerince değerlendirildiği için, bizdeki gibi çöplerden ekmeğini çıkaran (!), çöp karıştırıcıları yok Avrupa’da.
Geçenlerde bir hocamız, çöp karıştıran bir kardeşimizi kast ederek, bunların kazandıkları helal, alın teriyle ekmeklerini çöpten çıkarıyorlar dedi. Dedim ki, aslında onları çöp karıştırmak zorunda bıraktığımız için toplum olarak utanmalıyız!
Neyse biz yine dönelim Avrupa’ya. Yirmi yıl öncesinde olduğu gibi hala bizim kaldığımız eyaletin itfaiye teşkilatı yok. Az da olsa yangın oluyor, olmuyor değil. Ancak belli merkezlerdeki garajlarda donanımlı itfaiye araçları bekliyor. Gönüllü itfaiye ekipleri, herhangi bir yangın esnasında hemen organize oluyorlar ve önceden aldıkları eğitimler sebebiyle tecrübeli oldukları için, bizdekinden çok daha kısa zamanda ve en güzel şekilde yangına müdahale ediyorlar. Böylece bizdeki gibi, arada sırada çıkacak bir yangın için bir sürü insan, maaş alıp beklemiyorlar. Bu uygulama, hem insanlar arasında yardımlaşma ve karşılıksız iş yapma duygusunu artırıyor, hem de manen insanları rahatlatıyor.
Bizim üst düzey yetkililerin bir ayağı hep Avrupa’dadır. Ama ne hikmetse bu ve benzeri güzel uygulamaları bizim ülkemize taşımayı düşünmezler. Ben bu gördüklerimin yirmi yıl öncesinde de uygulandığını söylüyorum. Biz de batının olumsuz taklitçiliği, anında; olumlu yönlerinin taklidi ise ağır ağır bize ulaşır.
Avrupa’nın çoğu yerinde evlerin bahçeleri duvarsız, pencereler demirsiz. Bahçelerin duvarsız oluşu, mahremiyet anlayışı ile izah edilebilir belki, ama pencerelerin demirsiz olduğunu neyle izah edeceğiz?
Avrupa’nın geldiği bu noktalara, dünyevileşme deyip geçemeyiz. Onlar kendilerini dünyaya kaptırmışlar, ahiret düşünceleri yok ki şeklindeki yaklaşım da tutarlı değil. Onlar harp darp, işgal istila görmediler de diyemeyiz. Onlar Asyayı, Afrikayı sömürdüler de bu hale geldiler cümlesi de gelinen noktayı tek başına açıklamaya yetmez.
Zira onların geldikleri bu noktaya bizler, imrenerek bakıyoruz. Bir kere bizim dinimiz, dünyayı bizim emrimize, hizmetimize sunmuş. Yüce Yaratıcı, en güzel şekilde bizim için yaratıp dizayn ettiği dünyayı imar etme görevini bize vermiş. Hem ahreti kazanmak, dünyayı imar etmekten, dünyayı huzurlu bir hayata, barış yurduna (Dâru’l-İslam) çevirmekten geçmiyor mu?
Kısaca söylemek gerekirse, adamlar her şeyden önce akıllarını kullanmışlar, akıllarını ve güçlerini birleştirmişler, planlı programlı çalışıp çabalamışlar, imkânlarını ve fırsatları sonuna kadar en iyi şekilde değerlendirmişler ve bu hale gelmişler. Darısı insanlığın başına!