Seyit Küçükbezirci
“Bana bir masal anlat; içinde Konya olsun…”
“-Bana bir masal anlat; içinde Konya olsun…”
“-Böğün dadım yok ak guzum…”
“-Nolur, lütfen. Bana bir masal anlat; içinde Konya olsun…”
“-Temam, senin hatırın gırılacağına Mulluoğlu’nun gatırı gırılsın…”
BİR VARMIŞ, BİR YOKMUŞ… DEVE TELLAL İKEN, PİRE BERBER İKEN
-O zamanlar, deve tellal iken, pire berber iken Konya bir “gül şehri”ymiş. Gül mevsiminin geldiğini yerdeki karınca, havadaki kuş, sudaki balık bilirmiş.
O zamanlar Konya’da “gül alırlar, gül satarlarmış” “Gülden terazi tutarlar”mış. “Gülü gül ile tartarlarmış”
“Eski zaman gülleri”, şimdiki güller gibi değilmiş. Kırmızı, sarı, beyaz açmazlarmış. Şimdiki güller gibi kokusuz değillermiş. Renkleri uçuk pembeymiş, kokuları canlı namına ne varsa “bir hoş” edermiş. Kokuları mahalleyi sararmış…
“Gül mevsimi gelince”, “altın ezme” bir şey ifade etmezmiş. Gül ezermiş, herkes. Gül, şekerle karılır, “Gülbeşeker” yapılırmış.
Deve tellal iken, pire berber iken her evde gül yetiştirilirmiş; gül bahçeleri, gül tarlaları varmış. Gül bahçelerine “Has bahçe” denirmiş.
Nineler, anneler “gül suyu” çıkarırlarmış; “gül mevsimi”nde… Gül suyunu kar gibi beyaz ince “tülbent”lerden süzerlermiş. Gül rengi reçeller yaparlarmış. Pek çok evde “gülyağı” çıkartılırmış. Konyalı kendi eliyle yaptığı “gül imbikleri” ile çıkartırmış gül yağını. “Güle hasta Meram bülbülleri” deli, divâne olurlarmış, gül fidanları üstünde.
Sonra birileri gelmiş; dağdan bayırdan. Sonra birileri gelmiş ovadan, yayladan. Gül ile deve dikenini ayırt edemeyen. Önce Uluırmak, Araplar, Sedirler çaylarına su döken derelerin önünü bağlamışlar. Şehirde “Bundan böyle çay may olmayacak” demişler. Çayları kurutmuşlar; caddelerin bir kenarından kışın, baharın gürül gürül akan çayların içine taş doldurmuşlar, üstüne asfalt dökmüşler. Çaylar kuruyunca bağlar da kurumuş, “harım”lar da kurumuş. “Gül şehri”, “Çöl şehri” olmuş…
BİR VARMIŞ, BİR YOKMUŞ. BEN BABAMIN BEŞİĞİNİ TINGIR MINGIR SALLARKEN…
-O zamanlar; bir varmış, bir yokmuş… Ben babamın beşiğini tıngır, mıngır sallarken Konya’da herkes birbirini çok severmiş. Herkes birbirini çok sayarmış. “Gönül” nedir bilirlermiş; “can” nedir bilirlermiş.
O zamanların Konya’sında “su küçüğün, sofra büyüğün”müş. Suyu önce küçük içermiş; sofrada büyük yemeğe sunmadan önce kimse sunmazmış. Ayakta su içilmezmiş; oturulur, el başa konur, bir bardak üç kerede içilirmiş. Ekmek gibi su da “aziz”miş. Tadı çıkara çıkara içilirken “şükredildiği” anlaşılırmış.
Ben babamın beşiğini tıngır mıngır sallarken; Konya’da bir “göz hakkı” varmış, “can çekmesi” gerçeğine herkes saygılıymış.
Her evde tandır varmış; kimin bağı varsa evinde bir “pekmez ocağı” varmış. Tandırdan yeni çıkan tandır ekmeğinin kokusu yedi evden duyulurmuş. Gönderilmezse “aş eren” gelinler hastalanır, erkek çocukların pipisi şişermiş. Tandırlara “ekmek vuran” kadınlar, yüzlerini ateşten al al, daha terleri kurumadan ekmek kokusu duyulan evlere ikişer/üçer yetiştirirlermiş. O zamanların Konya’sında “ekmek dinin direği”ymiş. En fakirin evinde bile birkaç çuval “yiyinti” her zaman bulunurmuş. “Olan, olmayanın yanındaymış.”
Bağları olanlar, bostanları olanlar üzümleri, divlekleri evlerine taşırken; kim görmüşse onun “göz hakkı”nı öderlermiş.
Pekmez kaynatan pekmezden, “etlik” yapan kavurmadan, bulgur kaynatan bulgurdan, “bostan bozan” karpuzdan divlekten “komşu hakkı”nı verirmiş.
Büyükler, akşam eve ceplerinde “şeker” olmadan dönmezlermiş. Toz toprak içinde yuvarlanıp oynayan her çocuğun başı okşanır, her çocuğa “sorma şeker” verilirmiş. Sorma şekeri ağzına atan, el öpmezse ayıplanırmış.
Eve göstere göstere hiçbir şey taşınmazmış. Göstere göstere taşıyanlara “gök görmedik” denirmiş.
BİR VARMIŞ, BİR YOKMUŞ… BALIK KAVAĞA ÇIKTIĞI ZAMAN…
-O zamanlar; bir varmış, bir yokmuş. Balık kavağa çıktığı zaman, Konya’da yaşlı insanlara “kâmil insan” denirmiş. “Gülden nazik hatırları” yıkılmaz; saygıda kusur edilmezmiş… Hatır yıkanın iki cihanda da yeri yokmuş…
Yaşlılar için “tükrüğü koyuldu” derlermiş… “Tükrüğü koyulan”ın duası da bedduası da geçermiş…
O zamanların Konya’sında, içi sarı “Gış garpızları” varmış. Kökeninden koparıldıktan sonra bahara kadar bozulmazmış. Bostan ekenler, kış karpuzu da eker, tavan aralarında saklarmış. Kışın canı karpuz çeken hastalar için kimde kış karpuzu var bilinirmiş. “Büzgülü üzümler”, kış armutları“hevenk” yapılırmış; tavanlara asılırmış; canları çekenler için.
Çocuklar “el öpmek”, “dua almak” için fırsatı kaçırmazmış…
BİR VARMIŞ, BİR YOKMUŞ… SIÇAN DİREKTEN ÇIKTIĞINDA, KÜREKTEN SOMUNU KAPTIĞINDA
-O zamanlar; sıçanlar direğe çıktığında, kürekten somunu kaptığında; Konya’da “siğil ocağı”, “Dabak Tekkesi”, “süt tekkesi” varmış. Buralarda “el almış” insanlar “şifa” sunarmış. Camilerin çevresini mezarlıklar kuşatırmış; “müminler” cami gölgesinde ezeli uyuklarını uyuyacak kabirler isterlermiş. Medreseler varmış, hamamlar varmış, şifahaneler varmış. Gönül derdine derman; ten derdine şifa herkesin elinin altındaymış. Bir zaman gelmiş: “asri” olacağız diyenler, “moderin” olacağız diyenler dizginleri kapmış. Moğol’un yapmadığını yapmış. Moğol, omuz üstünde baş koymamışmış, bunlar taş üstünde taş koymamış.
Konya’nın bir ruhu varmış, o ruh taksit taksit alınmış.
O zamanların Konya’sında her nimet her zaman bulunmazmış; her “nimet”in bir zamanı varmış. Tekmil Konya gül mevsimi “gül kokarmış; kayısı mevsimi” kayısı, üzüm mevsimi” sıcak pekmez; “divlek mevsimi” divlek kokarmış.
Sonra ne olmuş?
Şu olmuş: Konya’yı Konya yapan kendine has kokusu da bir varmış bir yokmuş olmuş.
Gökten üç elma düşmüş… Ben anlattığım için biri bana; sen dinlediğin için bir sana… Biri de en sevdiğinize...
MESAJ TAHTASI
DİLEK, TEBRİK, TEŞEKKÜR, TAKDİR, TENKİD
-Mezarlıklarda yatan, bizden bir “Fatiha” bekleyenleri, unutmayalım.
-Alâaddin’de yatanları da hatırlayalım… Üstünde yaşadığımız toprak “onlar”ın bize armağanı…
-Vefa, şükran, minnet “has insan”ın özelliğidir.
MİSAFİRİM GENÇ YAZARLAR, ŞAİRLER
“HAYAT DENİLEN ACIMASIZ BOKSÖRE KARŞI BİR DERS
EMİNE KURT
Hani, bazı insanlar vardır ya; kalbinin tüm güzelliği yüzüne vurur. Sizlere anlatacağım kocaman yürekli bir insan; benim arkadaşım, sevincim, üzüntüm, gözyaşım. Ona baktıkça, yüz yıla doğru giden ömründe neler yaşadığını görebiliyorum. Yüzündeki her bir çizgi, geçmişin silinmeyen izlerini, aslında.. O, bu hayat savaşında yenilmeyen bir boksör, “Hayat” denilen insafsız, karışık dövüşen boksörden dayak yiye yiye, dayak atmayı öğretmiş bir usta..
Bazen yanına bir bardak çayla gittiğimde, o çaya çocukça sevinen, bana başkalarının tarif ettiğine göre; “Bir yanı çocuk, bir yanı delikanlı”, temiz yürekli insan.. Benim bir bardak çayla çıkagelmemle çalışmalarına ara verir, çocukça güler “Emine, canımın çay istediğini nasıl da bildin” der. Günümün nasıl geçtiğini sorar, onca yorgunluğun üstüne halâ , “Gülümseme”yi hatırlatır. Bu yüzden ona bu kadar değer vermem, sevmem saymam... “Hocam” derim Ona; “-Canım Hocam. İyi ki karşıma çıkmışsınız, iyi ki sizi tanımışım... Bana öğrettiğiniz bir ders var ya .. hani demiştiniz ya; “-Dökülen süte ağlanmaz Emine” diye. Çok ağlamıştım. “Hoca” ile tanışmadan önce.. Evet, gerçekten dökülen süte ağlamazmış, hiç unutmuyorum. Süt dökülmüşse; şişe kırılmışsa, dökülen süt tekrar şişeye giremeyecekse, yapacak başka şey yok demektir. “Hayat” denilen acımasız, karışık dövüşen boksöre karşı yeniden derlenip maça devam etmek gerekiyormuş. “Hocam”dan daha çok ders almam gerekiyor, Allah bana zihin versin.