
Ümmügülsüm Karataş
“Ben” Dini yahut Bencillik Üzerine Farklı Bir Perspektiften Bakmak
Bir zamanlar, "ben" dediğimizde bir insanın kimliğinden çok, onun içindeki hırsın, arzuların ve en nihayetinde derin bir boşluğun yankısı duyulurdu. Şimdi ise, "ben" yalnızca bir kimlik değil, bir din haline geldi. Bencillik, belki de insanın ruhundaki bu boşluğun, en açık şekilde tezahür ettiği yeni bir inanç sistemi oldu. Her şeyin etrafında döndüğü tek nokta vardır: ben.
Bütün doğrular, her doğru, bu merkez etrafında şekillenir.
Bir zamanlar insanlar, ortak bir değer etrafında birleşir, bir anlam arayışıyla yola çıkarlar; şimdi ise anlamı kendi içlerinde arıyorlar, ama bir anlam yok. Düşünceler, duygular, eylemler, her şey “ben”e endekslenmiş. Diğerlerinin varlıkları, sadece birer yansıma, birer arka plan halini almış. Bir adım atıldığında, arkasında bıraktığına dair tek bir kaygı yok. Çünkü başka bir "ben" yoktur, yalnızca bir varlık vardır; o da ben.
Ve işte bu, modern çağın en garip yanılgısıdır: Bencillik, insanlık adına en büyük "düşünce" haline gelmiştir. Ne derler? Bencillik, insanın doğasında vardır. Ama ne zaman bir düşünür, bir felsefeci ya da bir sufî, "Bencillik sadece doğanın bir parçası değildir, insanın içindeki derin boşluğun yansımasıdır" deseydi, belki de bir zamanlar üzerinde düşündüğümüz insanın gerçek yüzü bu kadar belirginleşmezdi. Şimdi, bu boşluk o kadar geniş ki, her şey içine çekiliyor. Her düşünce, her hareket, her duygusal boşluk, “ben”in uğruna yaşamaya değer bir hayat bulmaya çalıştığı tek amaca hizmet ediyor.
Ben, her şeyin başladığı ve bittiği yer haline geldi. Bu dinin sembolü, her an daha parlak bir şekilde yükselen, etrafını aydınlatan "ben". Her insan kendi içerisinde bir ilah arayışına girdi, ama farkında olmadan, o ilah, her zaman kendi benliğiydi. Düşünceler, sadece ben’i doğrulamak için var oldu. Duygular, ben’i haklı çıkarmak için yaşandı. Ne zaman bir başkasının varlığı, kendi varlığını tehdit etti, o zaman işler karıştı. Kendini bir başka hayatın parçası olarak görmek yerine, her şeyin merkezi kendisi olduğunda, insan neye inanacağını şaşırdı.
Ve işte bu noktada, insanın içsel yolculuğu durdu. Ne zaman bir kişi başka birini sevmeyi denedi, bir anda tüm sevginin kendisini doğrulamak için var olduğunu fark etti. Bunu yaparken, sevmenin anlamı sığlaştı. Her şey benin etrafında dönerken, hiçbir şeyin gerçek anlamı kalmadı. Belki de aşk, paylaşım, insanlık... Bunların hepsi, benliğin ihtişamını güçlendirmeye çalışan araçlardı. Bir zamanlar insanlık, Tanrı’yı ararken; şimdi Tanrı, kendisinin ta kendisi oldu. Gerçekten de Tanrı, hep vardı ama insan her seferinde ona kendi "ben"i olarak bakıyordu.
Ben, yaşadığımız çağın en büyük putu oldu. Ona tapıldı. Her birey, kendi hayatını merkezi kabul ettiğinde, bir tür ezelî hakikat bulmuş gibi düşündü. Fakat her hakikatin bir ardı vardır. Gerçek, sanıldığından çok daha derinlerde saklıdır. Bir zamanlar "ben" ve "biz" arasında ince bir çizgi vardı. Şimdi ise, "ben"den "biz"e geçiş yok. Yalnızca sonsuz bir çığlık, kendi duvarlarında yankılanıyor.