Seyit Küçükbezirci
Bir ‘Özel Saat’te Yunus’un sözü, Esin Avşar’ın sesi, annemi resimleri
Esin Avşar’dan dinliyorum, Yunus Emre’yi.
Ben diyeyim otuz, siz deyin kırk yıl önceden kalmış bir kaset. Kültür Bakanlığı yaptırmış.
Yunus Emre’den çok ilâhi dinlemişinizdir; Yunus Emre’nin şiirleri belki binlerce kez seslendirilmiştir. Ama böylesi, Esin Avşar’ın sesi gibisi çok nadir.
“Hikmetinden sual olunmaz”. Niye kırk yıl sonra, hiç aklımda yokken, evdeki kâğıt/kitap tepelerinin içinden elime geliyor? Niye Esin Avşar, niye Yunus?
Kapımı kilitlediğim, telefonun fişini çektiğim, cep telefonumu kapattığım, insanın hüzün denizlerinde boğulduğu garip bir akşamda Esin Avşar’dan Yunus’u dinliyorum.
“Bana seni gerek seni” diyor; “Bir ben vardır bende benden içeri” diyor; “Gel gör beni aşk neyledi” diyor; “Bu dünyadan gider olduk” diyor; “Bu can gövdeye konuktur” diyor.
Bilir misiniz bilmem? Yunus Emre, bu gizemli iklimin çocuğu. “Karaman’ın İli”nden. Yaşantısıyla, diliyle “Bizden biri”.
BANA ULAŞAN BÜTÜN HATLARI KESTİĞİMDE, BÜTÜN KÖPRÜLERİ ATTIĞIMDA
Bana ulaşan bütün hatları kestiğim; bana ulaşılacak bütün köprüleri attığım, sadece bana ait bir akşamüstü; bu, “tekin olmayan saatlerde” Yunus Emre gözleri kapalı, belli belirsiz sallanarak oturduğu sedirde Esin Avşar’ı dinliyor. Yunus’un yanında “Söz âcizi”; Esin’in yanında “ses fukarası” Seyit tarifsiz hazlariçerisinde.
“Fi tarihi”nde Konya’nın en hayırlı evlâtlarından biri Mehmet Önder; bir gün bana; adını yaz bakıyım, dedi. Şaşırmıştım; “Seyit” diye yazdım. Yüzünü buruşturdu, celâllendi. “Ver o kâğıdı” dedi; benim adımı yazdı “Seyyid”… “Senin adın böyle yazılır, Seyyid” dedi.
Annem de oradaydı. Oysa onu, yedi yıl önce, Araplar Akcami’de namazını kıldıktan sonra, Araplar Mezarlığı’nda babamın yanına yatırmıştık.
Bir ilâhi de annem söylüyordu. “Bir ustaya dursam çırak / Hep bir olur yakın ırak / Kemiğimi yapsam tarak / Dost zülfünün tellerinde /…”
Araplar’ın Evler Ucu”da, “Yanık Ses Sokağı”ndan Yüncü Hacıaliler’in Memed Efendi’nin kızı, annem… Zihninde sayısız masal, türkü, ilâhi, bilmece vardı. Üç yüz sayfa kadarını yazıya geçirmiştim; gerisini alıp Araplar Mezarlığı’na götürdü.
ANNEMİN YAŞANTISI ÖYLE ZORDU Kİ…
Ümit Yaşar’ın diliyle; “Sustu Anderlayf gazinosu / Sustu şarkılar / Paletimde renk sustu / Fırçamda şekil” misâli. Esin Avşar sustu; hayretle anladım, Yunus da gitmişti.
Yüzlerce uçuşan “Hayal İnsan”… “Gara Dakım Gonya Gadınları”.
Annem. “Başı yumuşak”, “Ehliz”; icâbında “Atlıyı atından indiren” Fatma Hanım. Hiç “yüksünmeden” yaşadı; ama yaşantısı öyle zordu ki.
Bir filmi zihnimde yeniden seyreder gibi; kare kare, sahne sahne annemin yaşantısını hatırlıyorum.
Annem, “gayınnalı, gaynatalı” bir Araplar evine gelin olmuş. Gonyalı ağzı ile “gesi yunacağı gün”, yeni çamaşır yunacağı gün, kazanlarda “küllü su” kaynatılır. Çamaşırlar bu küllü suyla “tokuçlana tokuçlana” kışın/yazın önü açık “örtme”de yıkanır. Bir araba çamaşır elle “çitilenir”. Taş gibi bir kalıp çamaşır sabunundan başka bir şey yok. Küllü su ve sabun. Deterjanlar, yumuşatıcılar gelmesine daha elli yıl var.
Mutfak, her Konya evinde olduğu gibi evin dışında. Ocağa “kemre” kayılacak; önüne kolay tutuşması için “yavşan otu” basılacak. Kibrit, büyük bir mal, altın gibi değerli; bir çöple yaktın yaktın. Yakamazsan, göz gözü görmez bir dumanda kıvılcımları üfleye üfleye ateşi yakacaksın. Gözleri kan çanağı gibi olurdu üflemekten. Günde üç/beş kibrit çöpü yakan gelinlere kaynanaları “ev yıkıcı” derler. Pompalı, sarıgöz ocaklarının gelmesine daha otuz yıl var.
Sabah namazı kalkılacak, inek sağılacak; sonra, sığıra geçirilecek. Ocak yakılacak çörle çöple; öğlen, ikindi, akşam. Yoğurt çalınacak, peynir yapılacak. Çarşıdan peynir, yoğurt alınması ayıp gibi bir şey.
Dikişler hep evde dikilir. “Gayınna”nın şalvarından, çocukların entarilerinden; iç çamaşır beyaz donlara “göynek”lere kadar her şey. Dikiş bilmeyenin vay haline. “Elinden kör eşek yem yemez” denilerek hemen damgalanır.
“TIRNAĞIN VARSA, BAŞINI KAŞIYACAKSIN”
İlâçların çoğu evde yapılır. Belki, paraya kıyılıp “kinin” alınabilir. Oğlan ayağına sobanın üstündeki kaynar güğümü devirdiğinde; “top yumurta”, pişireceksin, yumurta sarılarının alçak ısıda yağlarını sızdıracaksın, elde ettiğin “yumurta sarısı yağı” ile yanıkları tedavi edeceksin. Derin bıçak kesiklerinin, kanı dindirilemeyen yaralarına “örümcek ağı” basacaksın. Durmayan kulak ağrılarında, ağrıyan kulağa “kız annesi sütü” damlatılacağını bileceksin.
Evde küçük gövdeli, ince şişeli gaz lambaları, günlük olarak kullanılır. “Ağır misafir” geleceği akşamlarda koca gövdeli, büyük şişeli “beş numara lamba” hazır bekletilir. Bir avuç gaz yağının bile büyük kıymeti var.
Ekmeğin zerresi bile boşa götürülemez. “Fırın ekmeği” yiyenler, gizliden gizliye alaya alınır, ayıplanır. “Yakında batarlar” diye hayıflanılır. Bayat ekmeklerden “tirit, sündürme, papara” yapılır. Üstüne yağlı, tuzlu bir şeyler dökülür, kaynatılır. Kalabalık, “horanta”lı evlerde üç günde bir ya tandırda, ya fırında ekmek yapılır. Fırını, tandırı kendin yakacaksın, hamuru kendin yoğuracaksın, ekmekleri kendin pişireceksin.
Daha bunlar, “Gara Dakım Gonya Gadını”nın sorumlu olduğu işlerin yüzde biri. Annemin yaşantısı öyle zordu ki… “Tatil” nedir bilmedi; zaten bilen de yoktu o zamanki Konya’da. Doğduğu yerden dışarı çıkmadan yaşadı; ve “sır” oldu.
AY KUYUDAN ÇIKTI, AMMA…
Akşehir’in zevzekleri Nasrettin Hoca’ya, ağlaya sızlaya koşmuşlar. Hoca, hayır ola, demiş. “Aman Hocam yetiş, ay kuyuya düştü” …
Hoca, bir halata bir demir çengel bağlamış, sarkıtmış kuyuya.
Çengel kuyunun içindeki taşlara takılmış. Ay pırıl pırıl; kuyunun içindeki suda. Hoca kan ter içinde, saatlerce. Birden halat kopmuş, Hoca, sırt üstü düşmüş.
Ay gökyüzünde, pırıl pırıl. Akşehir’in zevzekleri çığlık çığlığa; ay gökyüzünde, diye Hoca’nın ellerini biri bırakır, biri öper. “Sağol Hocam, ay kuyudan çıktı” diye bağrışırlar. Hoca, hâlâ, sırt üstü yatmakta. “Ay kuyudan çıktı, amma, büzük de ne çekti” der. Teşbihte hata olmaz. Bizi bu günlere getiren o “Gara Dakım İnsanlar” bizim için neler çekti.
Hatırlamıyoruz bile onları. Çünkü “Yedi günümüz yetti, bıyığımız bitti”…
YUNUS, ESİN AVŞAR DERKEN ANNEMİN İKİ RESMİ
“Ne Şam’ın şekeri, ne Arabın yüzü” misâli, her şeyden firar ettiğim bir akşam. Kapıyı kilitlediğim, telefonları kapattığı, sadece kendimi yaşadığım bir akşam. Yunus Emre’nin sözü, Esin Avşar’ın sesi, beni, annemin resimlerine götürdü.
İki resmini veriyorum burada. Birinde “fino fesi” başında; üstten salıvermiş altı ayda, kıl gibi iğne ile yapılmış “karınca” oyayı. Bir düğünde, “eski iş giyilmiş” bir düğünde, “Saten tillos bir ipek urba” içinde. 1950 herhalde, ben sekiz yaşındayım.
İkinci resim. Araplarlı kadınların eğitip, elle ördükleri “sarı tiftik örtü” başında. 1955’ler sanırım. Ben, on beşindeyim.
“Kökümüz”, “köklerimiz” diye mırıldanıp duruyoruz ya. Kökümüz, köklerimiz bu kadınlar.
Annem gibi Konya kadınlarının kıyafetini sorarsanız; işte böyle çıkarlardı, “il içi”ne…