Derviş Argun
Biz olmayı becermeliyiz
Amin Maalouf, “ölümcül kimlikler” isimli kitabında “Sırp bir anneyle Hırvat bir babadan olan bir adam, çifte aidiyetini içine sindirmeyi başarabilirse, bundan böyle hiçbir etnik katliama, hiçbir “temizlik” harekatına katılmayacaktır; Hutu bir anneyle Tutsi babadan olma bir adam onu dünyaya getiren bu iki “kolu” özümseyebilirse, asla bir katliamcı ya da soykırımcı olmayacaktır” diye yazar.
Maalouf, Lübna’lı bir yazar. Ülkesinde süren ve 1975’den 1990’a kadar devam eden iç savaşta, önce mülteci sonra sığınmacı olarak Fransa’ya göç etmek zorunda kalmış birisi. Ülkesinden uzakta olsa da bu savaş döneminde, ülkesinde gerçekleşen ölümlere şahitlik etmiş. 250.000 kişinin öldüğü bu iç çatışma döneminde, Beyrut başta olmak üzere tüm Lübnan yerle bir edilmiş. O yıllardaki nüfusu göz önüne alınırsa Lübnan’ın kabaca % 10’u bu iç savaş döneminde ölmüş. Ne adına?
Lüban’ı terketmek zorunda kaldığı 1976 yılında kendi deyimiyle yirmi yedi yaşında değil de mesela on altı yaşında olsaymış belki Lüban’ı terk edebilecek kadar imkân ve bilinç sahibi olamayacak bu iç savaşın taraflarından birisi olarak, etnik ve kitlesel katliamlara eşlik etmek zorunda kalacakmış. Maalouf, şiddetli bir çatışma halinde olan aidiyetler taşımak ya da çok yönlü aidiyetlerin sahiplenilmesini imkânsız kılmak, bir şekilde tercihe zorlanmak demektir diyor. Bütün bir kimliği dahası insanı kuşatan ve kimi doğuştan kimi kazanımlarla elde edilen onca zenginliği, öfkeyle ilan edilen tek bir aidiyete indirgeyen o dar, sığ, kolaycı yaklaşıma itiraz ediyor.
Maalouf’un 2000 yılında kaleme aldığı bu kitabın kendisinden önce ve sonrasındaki kimi yaklaşımları tanımladığını bilmemiz gerek. Kimlik ve aidiyet tartışmalarının çoğu zaman kanla biten tartışmalarından toplumları kurtarabilmek için erdem sahibi insanların ne denli mücadeleler verdiğini biliyoruz. İslam Peygamberi Muhammed (as)’ın da, nübüvvet döneminin tamamında İslam’dan gayrı her tür kimlik mücadelesinin karşısında durduğunu ve mücadele ettiğine şahidiz. Ama ölümcül önyargıların hepimizi esir aldığı bu çağda, kimlik tartışmalarından kendimizi kurtararak yine bu kimlik tartışmalarının bizi attığı dehlizlerden çıkışımızın kolay olmayacağını da kabul ediyorum.
Yaşadığımız şu günlerde, yüzlerce yıl öncesinden gelen aidiyet ve mensubiyet zindanının bizleri nasıl esir aldığını görüyoruz. Her geçen gün bu sebeple artan ölümler, oluşan düşmanlıklar ve bu düşmanlığı besleyen yaklaşımlar, bizi kapanması zor hesapların sahibi yapıyor. Biz iken, “siz” ve “biz”e dönen duruşumuz, süreçle “biz” ve “onlar”a dönüştü. Biz ve onları bir sonraki karşılaşmada birbirleriyle hesaplaşma çabasında olan iki ordu düzeninde görmek, ıskaladığımız onca ortak yanımızın nasıl da hoyratça yok edildiğine şahitlik etmek çok acı bir durum. Oysa hepimizin, içimizdeki canavarın başını göstermesini kolaylaştıracak sebeplerin bir araya gelmesine mani olmak gibi kutsal bir görevi var.
Biliriz ki İslam Peygamberi hepimize, birbirimizi bir tarağın dişleri kadar eşit görmesi gerektiğini öğretti. Bu durum aynı zamanda bir taburenin ayakları kadar birbirinden ayrılmayan ve birbirine muhtaç halde olmamız halidir. Ayetin tanımlamasıyla, sağlam bir bina gibi saf bağlama hali.
Oysa bugün, yeni iç savaşlar, yeni toplu katliamlar, yeni yok edişler ve yeni etnik temizlikler yapılıyor. Coğrafyamızın kıyı verdiği okyanusların, ölümüne şahitlik ettiği mazlumlardan dolayı attığı feryatlar, yüreğimizi dağlıyor. Habil’in kardeşi Kabil’den bu yana geçen onca zamanda, beşerden insana yükselememenin acısı, içimizi acıtıyor. Bizi kuşatan tezgâhlardan habersiz kulaklarımızın sağır, gözlerimizin kör ve idraklerimizin kapalı olduğuna şahitlik etmek acı bir durum.
Hâsılı, sebebini unuttuğumuz çatışmaların sebebini üretme çabası, bizi küçültüyor.