Seyit Küçükbezirci
BUğday çorbası..
“BUğday çorbası”, “arpa unu ekmeği” ve anlayana bir çift söz”
Yine böyle bir “Ramazan”. Yine böyle bir “Mübarek Ay”. Ama, 23 Ağustos 1915’te “İdrak edilen”.
97 yıl önce… “Kimi hindu, kimi yamyam, kimi bilmem ne bela” ordulara karşı Türk Ordusu Çanakkale’de. “Dünya Cehennemi”nin yaşandığı günlerle “Mübarek günler” üst üste geliyor. On binlerce asker bir yandan savaşırken bir yandan da “İftar”ı bekliyor. “Çanakkale Savaşçıları”nın iftar yemeği hazırlanmış, ezanı bekliyor. “Buğday çorbası, arpa ekmeği, su”.
ÇANAKKALE’DE 97 YIL ÖNCESİ GİBİ
Ne güzel düşünmüşler, ne güzel akıl etmişler. Geçenlerde, İstanbul AKP İl Başkanlığı, Çanakkale’de, boğaz boğaza savaşların geçtiği topraklarda, 97 yıl önce ki, 23 Ağustos 1915 iftar sofrasını yaşattı. On bin kişi, 97 yıl önce olduğu gibi savaş alanında iftarı bekledi. “Buğday çorbası, arpa ekmeği, su” nasipleri oldu.
“Çanakkale Eratı”nın yaşadığının binde biri bile değil; “Buğday çorbası, arpa ekmeği, su” ile iftar açmak. Ama, binde biri bile yaşamak insan ruhunda ve insan aklında, eminiz, derin akisler yapmıştır.
Gerçekten anlamlı olmuş. Cafcaflı nutuk irâd etmeler, on bin insanın bir Çanakkale akşamında atalarının bir akşamını yaşamaları yanında öyle zavallı kalır ki.
AKP İstanbul İl Başkanlığı akıl etmiş; kutlanacak bir girişim. Gelecek Ramazan’da da yapılmalı; her Ramazan’da yapılması “gelenek” olmalı. Diğer siyasi partiler de katılsınlar; ortaklaşa yapsınlar. Gelecek Ramazan’da, 98 yıl öncesinin iftar yemeği neyse, elli bin kişiye, yüz bin kişiye sunulmalı. İnsan, kendi benliğinde tatmadığı hiçbir şeyi tam olarak, derinliğine idrak edemez.
“SOFRAMIZ FİRAVUN SOFRASINA BENZEMİŞ, KALDIR FATIMA”
Konya tâbiri ile “yumruk kadar” kalmış. O kadar uzun yıllar geçmiş ki, ne zaman doğduğunu unutmuş. Doğum tarihini dayısı “MUSHAF”ın cilt kapağına yazmış; orada öylece duruyormuş.
Şems Parkı’nda akşamı bekliyor. Biraz önce yanmış sıcaktan. Elini, yüzünü, başını, ayaklarını çırpına çırpına yıkamış; halâ ıslak gömleğinin kolları, döşü, paçaları.
Yanına oturdum. Laf da beklemiyorum, Ondan. “Can”ın “can”ı çekimi gibi bir şey.
Konya yanıyor. 40 derece falan diyorlar, ama, siz kulak asmayın. Kırk ne ki?
Gözleri bir iplik gibi kalmış; dinliyor muyum, dinlemiyor muyum, hiç umurunda değil. “Ne var ki bu sıcakta” dedi; “Yarın mahşerde güneş gelecek, başımızın iki karış üstünde duracak” dedi.
Neden sonra, “Bu günlerimize de şükür” dedi; seksen yedi yaşındaymış. “Üç gün yatak, ihsan ölüm” diyor.
Orucunu tutuyormuş, iftarda bir tas çorba içermiş; gerisine içi razı olmazmış. Onu da bulamayanlar varmış. “O, iki cihan sevgilisi Nebî de öyle yapardı “ dedi.
Yıllar öncesine gitti aklım. Ahmet Fakıh Mahallesi, Şehit Fahri Sokak’ta Fatoş Hala yaşardı. İki göz evinin bir odasını Adana’dan liseyi okumaya gelmiş beş çocukla nineleri “Elif Garı”ya vermişti; aylak oturmaları için. Fatoş Hala da Şems Parkı’ndaki ihtiyar gibi bir kap yemek yerdi; ikram etseler bile elini sürmezdi.
Bir gün anlatmıştı. O zaman on altı yaşındaydım, bir daha da hiç unutmadım.
“Sarı Siyid’im; Peygamberimiz Muhammed Mustafa hediye almayı çok severmiş; hediye vermeyi de çok severmiş. Gelen hediyeleri evdeki kadınlar, akşam olmadan, münasip yerlere hediye olarak yollarlarmış. Bir gün bir hediye yemek gelmiş; o yiyeceği Peygamberimiz çok severmiş, çok uzun zamandır da yememişmiş.
Fâtımâ Anamız, “Ben bu hediye yiyeceği hediye olarak yollamayacağım. Babam bunu çok sever, çoktandır da yemedi” demiş. Kadınlar; “Yapma Fâtımâ, Nebî, çok kızar, bunu da gönder gitsin” demişler. Fâtımâ Anamız “Babam bana kızmaz” demiş. Gerçekten de Peygamberimiz Fâtımâ’yı çok sever, O’na kızmazmış; Fâtımâ Peygamberimizin yanında yüzlüymüş
Akşam olmuş, Fâtımâ babasının sofrasını getirmiş. Sevgili Peygamber akşamları bir tas arpa unundan çorba içermiş. Sofrada öteki kıymetli yemeği görünce; “Kaldır bunu Fâtımâ, soframız firavun sofrasına dönmüş” demiş: sofradan çekilmiş.
Fâtımâ, “Baba, huyunu bilirim, bir tas arpa unu çorbasından başka bir şey yemezsin. Ama öteki yemek hediye olarak geldi. Sende çok seversin, çoktan beride yemedin. Babam memnun olur diye düşündüm. Gelen hediyeleri zaten akşam olmadan başkalarına gönderdim, bunu bıraktım” demiş.
Peygamberimiz Muhammed Mustafa hiç kötü söz söylemezmiş, hiç hatır yıkmazmış… Amma, kızdığı zaman mübarek yüzü ateş rengini alırmış; kıpkırmızı olurmuş.
Fâtımâ’ya başka bir şey söylememiş; o akşam arpa unu çorbasını da içmeden uyumuş.
“ARPA UNUNDAN ÇORBA”YI, “ARPA UNUNDAN EKMEĞİ” BİR DENEYELİM Mİ?
“Mübarek İnsanlar”ın yaşam tarzını “Ah canım”, “vah canım” diyerek dinledikten sonra; tahinli, pastırmalı, sucuklu, dört çeşit peynirli, dört çeşit reçelli, ballı, kaymaklı bir sofradaysak. O sofra neyin sofrası olur acaba?
İki teklifim var… Yapanı alkışlamam, yapmayanı da yermem.
Birincisi: Çanakkale’de savaşan “Mübârek Askerler”in 97 yıl önceki iftar yemekleri ile yani “Buğday çorbası, arpa ekmeği, su” ile bir iftar açalım. Evdeki herkes de bulunsun.
“Arpa ekmeği” yapmak için “arpa unu” lâzım, diyeceksiniz… Evet lâzım ve arpa unu Konya’da, Eski Buğday Pazarı civarında istediğiniz kadar.
İkinci teklifim: Arpa unundan bir çorba yapalım, yanında da “arpa unu ekmeği” olsun. “İftar” için davetliyseniz, yine gidin; ama, bir de böyle yaşamı tadın. Bir defa olsa bile…
Bu hafta, gidip bir küçük torba arpa unu alacağım: Elmas Hanım’a şu undan bana üç beş ekmek yap; çorbayı da bu undan pişir” diyeceğim. Üşüttüğümü sanacak, ama, olsun; ziyanı yok.
İnsan bir şeyi anlamak istiyorsa nefsinde yaşamalı.
MESAJ TAHTASI
Musalla’da “Namazgah”ta teravih
Bugüne kadar gitmemişseniz gidin; Teravih namazları artık Musalla Mezarlığı’nın içindeki “Namazgah”ta da kılınmaya başlandı…
Geçen yıl “Kadir Gecesi” ibadetleri, Vali Aydın Nezih Doğan’ın talimatları ile açılan “Namazgah”ta yapılmıştı. Bu yılın bütün teravih namazları ile “Bayram Namazı” da bu “tarihi” alanda kılınacak.
Yalnız, “Yağmur duası” gibi “hacet namazları” gibi namazların yüzyıllar boyu kılındığı “Namazgah”ın teravih namazları için de kullanılması gerçekten geç kalınmış bir durumdu.
Selçuk Orduları’nın sefere uğurlandığı, felâket zamanlarında “Hacet namazları”nın kılındığı Musalla Namazgahı’nın sekiz yüzyıllık mânevi Konya ikliminin, katılan “mümin”lere vereceği çok dersler var. Binlerce “Toprak Garibi”nin, binlerce şehidin yattığı toprakların ortasında “uhrevî” geceler yaşamak ruhların arınması açısından çok anlamlı.
Namazgâh’taki ilk teravihte Vali Aydın Nezih Doğan, Milletvekili Mustafa Kabakcı, Büyükşehir Belediye Başkanı Tahir Akyürek de bulunmuş; Konya Müftüsü Şükrü Özbuğday namazı kıldırmış. Katılım fevkalâdeymiş. Vali Aydın Nezih Doğan’ı kararı için tebrik ediyorum. Katılanlara ne mutlu…
“Ramazan Bayramı”nın “Bayram Namazı” da “Namazgâh”ta kılınacak. Ölümüzle, dirimizle bir mekânda birlikte olabilmek çok hoş, çok anlamlı oluyor.
GÜL BAHÇESİ’NDE “MEVLANA MUHİBLERİ”…
Mevlâna Dergâhı’nın doğusu dev taş duvarlarla kapatılmıştı. On yıllarca bir kulun ayağını basmasına müsaade edilmemişti.
“Halkın malını halktan niye saklıyorsunuz?” “Gül bahçesi insansız olur mu?”. “Açın bu dev alanı, mağripten maşrikten binlerce kilometreyi aşıp gelenler Mevlana’nın iklimini duyumsasın” dedik. Dilimizde tüy bitti; isteklerimiz “ilgililer” ve “yetkililer”in bir kulağından girdi bir kulağından çıktı. Komik bir şey söylüyorlardı; “Gül bahçesini Dergâh’ın emniyeti için açmıyoruz”
“Dergâh’ın güvenliğini bugünkü teknoloji ile en üst düzeyde sağlamak mümkün. Açın bahçeyi” diye dil döktük, mürekkep döktük. On yıllarca “Dediğim dedik”ten vazgeçiremedik. Ama, çok şükür bu tasalluttan kurtulduk.
Şimdi, görüyorsunuz, Dergâh’ı ziyarete gelen binlerce insan “Gül Bahçesi” içinde. Mevlâna’nın ikliminde geziyor, oturuyor, okuyor, suyunu, çayını içiyor.
“İnsanı süründüren kafa”nın bir kozu daha elinden alındı.
ATATÜRK MÜZESİ’NİN BAHÇESİ DE HALKIMIZA AÇILMALI. KÜLTÜR VE TURİZM BAKANLIĞI’NA BU TEKLİFİMİZ GÖTÜRÜLMELİ. EMİNİZ, KABUL EDİLECEĞİNDEN.
Konyalılığı ile gurur duyan “MUAZZEZ GAZİ” sağ olsaydı bu teklifimizi iki bir demeden kabul ederdi.