Fatma Şeref
Cellât !..
Sabahın ilk ışıkları, Konya’nın yorgun sokaklarını aydınlatırken, tepedeki meydanda toplanan kalabalık gittikçe büyüyordu.Sabahın bu vaktinde bunca insanı buraya çeken, bir ödül ya da bağış değildi. Büyük bir panayır veya şenlik hiç değildi.Bu saatte bile meydanı cazibe merkezi haline getiren şey, ortaya kurulmuş idam sehpasıydı. Sabah namazını çoğu zaman olduğu gibi Alâeddin Camii’nde kılan Şems, meydana doğru yürüyüp sehpanın önündeki ilk sıraya geçti. Bir grup asker aralarında bir de cellât olmak üzere meydana doğru yürüyorlardı.
Cellât, sıranın önüne geldiğinde insanlar bir adım da olsa geri çekilmeye çalışıyorlardı. Adam tam Şems’in önünden geçecekti ki Şems, kalabalığın aksine bir adım öne çıkarak cellâdın sağ koluna okşarcasına vurdu ve “Allah koluna kuvvet versin” dedi.
Cellâdın siyah maskesinin aralığından gözüken gözleri hayretle açılıp şaşkınlıkla Şems’e baktığında o da aynı tempoyla kolunu sıvazlayıp meydandan ayrılmak üzere yürüdü. O sırada ikinci grup asker, mahkûmu getiriyorlardı. Oldukça zayıf gözüken orta yaşlardaki adamın masum bir çehresi vardı. Şems’le yolda karşılaşınca bir süre sessizce bakıştılar. Mahkûmun yorgun yüzünde garip bir tebessüm belirip kayboldu. Şems ise onun bu görüntüsünü bakışlarında saklamak ister gibi gözlerini kapadı bir süre, sonra hızla yürüyüp gitti.
Kalabalıkta kısa bir an hâkim olan ölüm sessizliği başladığı gibi bir anda bitti. Kimse olanlara bir anlam veremiyordu. Çoğu ülkede olduğu gibi Selçuklu’da da cellâtlar çoğunlukla Çingenelerden
seçilir ve tanınmamak için maskeli çalışırlardı. Ancak birçok şehirde olduğu gibi Konya’da da cellâtlar lanetli sayılırdı. Bu yüzden herkes onlardan uzak durur, onlar da halka yaklaşmazlardı.
Oysa Şems, cellâda dokunmuş; hatta neredeyse kolunu okşamış, üstelik lanetli işi için dua etmişti.
Üzerindeki şaşkınlığı atan kalabalık, bir süre bunları tartıştı aralarında. Ama bu sesler idam sehpasına sadece bir homurtu, bir uğultu olarak yansıyordu. Fakat mahkûm sehpaya çıkartılıp suçu okunmaya başladığında sesler yine aniden kesildi. Suç tartışmasız, idama yeter nitelikte ağır bir cürümdü: Soygun, yağma ve cinayet.
Sonunda beklenen an geldi. Mahkûmun incecik boynunun, beyazlığına tezat kapkara bir kütüğe yatırılışı yansıdı yüzlerce gözbebeğine. O gözler hiç kırpılmadan, cellâdın bir süre masanın önünde durduğunu, sonra ağır hareketlerle orta büyüklükte bir baltayı alışını izledi. Sonra o baltanın hızla kalkıp inişini... ve aşağı düşen başın yerinden akan kanı… Hatta bu kan kesilip damlalara dönüşünceye kadar orada öylece durup baktılar.
Sonra bir kıpırdanma başladı. Sanki koskoca meydanı dolduran kalabalık tek bir bedendi ve bu beden az evvel ölüydü de akan kanla cana gelmişti. Tam bu esnada hiç umulmadık bir şey oldu: İdam sehpasında ebedî bir dekor gibi elindeki kanlı baltayla hiç kıpırdamadan dikilen cellâtta da garip bir hareketlenme oldu. Ama bu kalabalığın canlanmasından çok daha başka türlü bir dirilmeydi.
Cellât aniden baltasını atıp maskesini çıkardı. İnsanlar korkuyla geri çekildiler. Fakat onun bunu dikkate aldığı yoktu.Bir anda sehpadan aşağı atlayıp ön sıradakilere doğru koştu ve tek tek yüzlerine bakmaya başladı. İnsanlar geri çekilmek istiyorlar ama yer bulamayıp birbirlerini çiğniyorlardı. Cellâtsa hep aynı şeyi soruyordu: “Bana dokunan adam nerede? Kimdi o, tanıyanınız var mı?”Sonunda biri, korkunun şaşkınlığından kurtulup “Tebrizli Şems” demeyi akıl etti de cellât biraz geri çekildi. Bir anda herkes, bir şekilde yardımcı olup cellâttan kurtulmak için bildiğini
söylemeye başladı. Sonunda cellât, Şems’in, Mevlânâ’nın dostu olduğunu, onun medresesinde bulunabileceğini, aşağı inip gittiğini öğrendi. Hatta bazıları medresenin yolunu bile tarif etti:
“Tepeden kuzey istikametinde in, Sarayın yanından, Sultanü’d Dâr’dan geç, Karatay Medresesi’ne gelince yolun tam karşısına bak, Kemaliye’nin arka tarafına düşer.”
Cellât koşarak tepeden inerken kısa bir süreliğine ferahlayan kalabalık daha sonra birbirini tetikleyerek kendi içinde bir öfke patlaması meydana getirdi. Biri, “Lanetlendik!” diye bağırınca benzer nidaların arkası hiç kesilmedi. “Şems yüzünden…” diyordu çoğunluk; “Cani, merhametsiz acımasız adam!” diyordu birileri.
Şems, gerçekten de aşağı inip medreseye gelmişti. Odasına girmeyip şadırvanın yanında oturdu. O sırada iri yarı, esmer tenine tezat oldukça açık renk gözüken elâ gözleri simsiyah kirpiklerle çerçevelenmiş, yakışıklı genç bir adam cümle kapısından koşarak içeri girdi. Onu ilk fark eden, medrese tarafından şadırvana doğru yürüyen Hüsameddin oldu.
Genç adamın telaşına bir anlam veremeyen Çelebi, “Hayırdır evlâdım” diye sordu. Misafir, "Tebrizli Şems’i arıyorum; burada olduğunu söylediler” diye cevap verince şadırvanın yanı işaret edildi. Genç adam, aynı hızla o yana koşarak diz çöküp Şems’in ellerine sarıldı ve “Efendim beni bağışlayın” diye ağlamaya başladı. Bahçede bulunan herkes şaşırıp kalmıştı. Ancak Şems, az evvelki durgunluğunu kaybetmeden “Günahları bağışlamak yalnızca Allah’a aittir. Bize karşı da bir kusur işlemiş değilsin” dedi. Sonra daldığı düşüncelerden sıyrılmak ister gibi başını sallayıp sesini berraklaştırarak “Ayağa kalk, Tanrı’nın kulları önünde diz çökülmez; kim olursa olsun!” diye ikaz etti.
Adam başını biraz kaldırıp “Ama efendim biliyorsunuz ki ben cellâdım, bir günahkâr, bir çingene…” derken Şems, sözünü kesti: “Ne olmuş, ne fark eder? Ben de Tebrizli Şems’im, nasıl bir
adam olduğum konusunda da değişik rivayetler var. Nihayetinde ikimizi de eşi benzeri olmayan tek Tanrı yaratmadı mı?”Sonra sesini yumuşatıp gülümseyerek “Kalk, yanıma otur” dedi.
Cellât, kalkıp havuzun kenarına oturdu. Ancak hem ağlamaktan hem koşmaktan hâlâ nefes nefeseydi ve içindeki duyguları anlatacakkelimeleri bir türlü bulamıyordu. Sadece, “Beni kurtardınız, kurtardınız. Artık bırakmayın” deyip duruyordu.
Şems,“Senin kurtarıcın ben değilim” dedi. Cellât, “Hayır, sizsiniz”diye itiraz etti ve “bana dokundunuz, bir anda bütün dünyam değişti” diye açıkladı. “Hayır, iyi düşün; ben sana dokunduğumda bir şey değişmedi. Gidip her zamanki gibi işini yaptın değil mi?”“Evet” dedi cellât, oldukça şaşırmıştı. Şems anlatmaya başladı:“Sen o mahkûmu idam ettiğin anda değiştin. Senin kurtarıcın o maktul, ben değilim. Çünkü o adam sana dua etmişti.”
Cellât, büsbütün hayret ederek “Nasıl yani cellâdına mı dua etmiş?” diye sorunca izahın devamı geldi:“Evet, idam ettiğin adam bir veli idi. Son zamanlarda ölümü sevda haline getirmişti yüreğinde. Allah’a kavuşmak arzusuyla yanıp tutuşuyor, sadece bunun için dua ediyordu. Öyle ki aylardır yemeden içmeden kesilmişti. Ne kadar zayıf düşmüş, sen de gördün. Ama buna rağmen Allah’ın bir velisini idam etmek kolay değildir. Hiç kolay değildir. Onun için sana, ‘Allah koluna
kuvvet versin’ diye dua ettim. İdam kolay olsun, çabuk bitsin diye. Yapabileceğim başka bir şey yoktu. Allah ona merhamet etmiş, duasını kabul etmişti. Böylece bir davada yanlışça yargılanıp idama mahkûm oldu. Ama kendisini Allah’a kavuşturacak kişiye dua ediyordu, durmadan; ‘tam bir hidayet bulsun, tamamen Hak yoluna girsin’ diye. Allah bu duasını da kabul etmiş.” ( Aşk Güneşe Benzer isimli romanımdan kısaltarak alıntıdır)
Olayın devamında, medreseyi basan halk Şems'i şehirden atmak ister ve o zaman asıl celladın, lanetli saymaları gerekenin kim olduğunu öğrenirler. Usulsüz ve şaibeli bir yargılamaya yani adaletsizliğe yerinde ve zamanında tepki vermeyenler haksız idamları çerez yiyerek seyredenler , cellatların en tehlikelisi değil midir?