Mustafa Yiğit
Cennet
Onlar toprağa değil cennete düşüyorlardı
Sayısını tam olarak bilmiyoruz, bilsek de o kadar mühim değil …
Yüz bin, ikiyüzbin, ikiyüzellibin…
Bildiğimiz şey, orada on binlerce, yüz binlerce Müslüman Türk evladının, şehidin kanı var…
Çanakkale’yi geçilmez kılan yüce bir ordunun yüce bir milletin çocuklarıydı onlar…
Siperleri yoktu, yürekleri vardı, yüce dağlar büyüklüğünde…
Hepsi şehadet şerbetini içmeye gelmişlerdi adeta…
Dünyanın en amansız deniz savaşına karşı varlarını yoklarını ortaya koymuşlardı…
Bir daha dönmeyeceklerini bile bile yürüyorlardı düşman üstüne…
Ardı ardına şehit düşüyorlardı tertemiz alınlarıyla, dillerinde şehadetle hakka yürüyorlardı…
Amansız, orantısız, zalim bir dünyaya karşı, mitralyöze, topa, tüfeğe karşı süngüleriyle “Allah Allah” nidalarıyla yürüyorlardı…
“Bir hilal uğruna yarab ne güneşler batıyor” diyen şairin mısralarındaki o güneşler büyüyor büyüyor ve tüm insanlığı bağımsızlık ateşiyle yakıyordu…
Sarsılmaz bir imanın karşısında hiçbir zalimin duramayacağını gösteriyorlardı tüm dünyaya…
Kimisi lise son sınıftaydı, kimisi yedek subaydı…
Kimisi yeni evlendiği eşini, beşikteki bebeğini bırakıp gelmişti…
Ama hepsi bu milletin “kınalı kuzu”larıydı…
“Hak ve hakikat yolundan dönmem, bu uğurda canım feda olsun” diyen bir neslin çocuklarıydı onlar…
Yürüdüler, hak için hakikat için ….
Biri şehit oluyordu, diğeri hemen sancağı kapıyor tekrar yürüyordu…
Anafartalar Kahramanı Mustafa Kemal Atatürk bu manzarayı şöyle anlatır: “Karşılıklı siperler arası 8 metre, yani ölüm kesin. Birinci siperdekilerin hepsi kurtulmamacasına düşüyor. İkinci siperdekiler yıldırım gibi onların yerlerine gidiyor. Fakat ne kadar imrenilecek bir soğuk kanlılıkla biliyor musunuz? Bomba, şarapnel, kurşun yağmuru altında öleni görüyor, üç dakikaya kadar öleceğini biliyor ve en ufak bir çekinme bile göstermiyor. Sarsılma yok. Okuma bilenler Kur' an-ı Kerim okuyor ve cennete gitmeye hazırlanıyor. Bilmeyenlerse Kelime-i şahadet getiriyor ve ezan okuyarak yürüyorlar. Sıcak cehennem gibi kaynıyor. İşte bu Türk askerindeki ruh kuvvetini gösteren dünyanın hiçbir askerinde bulunmayan tebrike değer bir örnektir. Emin olmalısınız ki Çanakkale savaşlarını kazandıran bu yüksek ruhtur.”
Çanakkale’yi bir günde geçeceklerini düşünenleri şaşırtan şey buydu işte…
Onlar dünyanın en teçhizatlı ordularıydı…
Bomba yağdırıyorlar, mermi yağdırıyorlar, topla tüfekle Çanakkale’yi adeta cehenneme çeviriyorlardı…
Ancak bu yüce milletin evlatları ne mermi dinliyor, ne top dinliyordu…
Vatan, millet, bayrak, din uğruna kan veriyor, can veriyordu gözünü kırpmadan…
Bu yüzden Doğu’nun büyük şairi İkbal rüyasında gördüğü Hz. Peygamber’e en güzel hediyeyi sunuyordu…
“Bana ne getirdin ya İkbal” diye soran Hz. Muhammed (SAV)’e “Senin uğrunda Çanakkale’de savaşan bir avuç Türk’ün kanını getirdim” diyordu…
Bu nasıl sarsılmaz bir imandı, bu nasıl bir adanmışlık haliydi anlayamamışlardı İngilizler, Anzaklar, yedi düvel…
Anlayamazlardı da…
Çünkü Çanakkale’de savaşan Mehmetçik toprağa değil cennet bahçelerine düşüyordu…
Çünkü Onları, “Ağuşunu açmış bekleyen” Kainatın Efendisi Hz. Muhammed’di (SAV) …
Anlayamazlardı çünkü onlar Müslüman Türk’ün tarihini bilmiyorlardı…
Çanakkale zaferi gibi pek çok zaferler yaşamış, Alparslanlar, Fatihler, Yavuzlar çıkarmış bir milletin çocuklarının neleri yapabileceğini bilmiyorlardı…
Çanakkale ruhunun, Malazgirt’te, Kosova’da, Varna’da nasıl kükrediğini, tekbir sesleriyle nasıl yankılandığını unutmuşlardı…
İşte O ruh, hala bu millette bugün de dipdiri duruyor…
Ne kadar, horlansa, ne kadar hırpalansa, ne kadar körelense de O ruh’u içimizden kimse alamayacak…