M. Faik Özdengül
Cennetin Duvarları
Nasihat kar etmiyor…
Biz içinden çıkamadık.
Babası çok sinirlendi, çok kızgın. İlle de okuyacak bu çocuk diyor. Anlatıyor. Olmadı dövüyor. Ceza veriyor. Harçlığını kesiyor…
Çocuk ne istiyor?
Sordu Kılavuzum.
Anlamadım, dedi annesi. Nasıl yani?
Hiç sormadık ona. Biz okumasını istiyoruz. Onun ne dediği ya da düşündüğünün ne önemi var? Onun iyiliği için biz böyle karar verdik.
Belki iyiliği için karar verdiğinizi bilmiyordur.
Başka niye yapalım ki? Tüm uğraşımız bunun için.
Ateşin üstünde kaynayan suyun fokurtusu kaldırdı beni olduğum yerden. Evin büyük ablası bir yandan bizi dinlerken bir yandan da çayı demlemeye koyuldu. Onlar konuşurken yanıma geldi. En çok komşular yüzünden dedi. İki gün önce alay etmişler annemle. Günleri var annemlerin. Oraya herkes çocuklarının karneleriyle gelmiş. Pasta yemişler sonra da karneler arada ellerde dolaşmış. Annem de götürmüş. Ve çok utanmış.
Annen onun iyiliği için demişti az önce. Yoksa günlerinde karnesini gösterip, kendini iyi hissetmek için olmasın? Gülümsedim ardından da.
Baban nerde?
O mu? Onu pek görmeyiz. Gördüğümüz zamanda da ya içkili olur. Ya da bir kadının koynundan geldi der annem. Gelir gelmez de ilk işi anneme bana kardeşime çıkışmak olur. Sonra da derslerini sorar kardeşimin ve çıngar çıkar. Ve, bol bol nasihat. Bitmek tükenmek bilmeyen, ardı arkası gelmeyen. Ardından malum tekme tokat sesleri.
İşte öyle deyip uzaklaştı yanımdan ocağa doğru.
Oğlum babanı tanıyorsun biliyorsun. Niye yiyorsun bu dayağı boşu boşuna. Onun gibi mi olmak istiyorsun? Oku kurtar kendini. Diye kaç kez söyledim. Annesi hala anlatıyordu. Kılavuzuma. Sonra bir yere yazdıklarını buldum dedi. Büyüyüp intikam almak istediğini yazmış. Hatta, öldürmek istediğini babasını.
Kadının sesi belki yorgunluktan, belki de söyleyecekleri nihayete ermeye başladığından duyulmaz olmaya başladı. Sonra sessizlik…ve O’nun sesi:
Tanrı daima der ki: Cennetin duvarları, bu duvarlar gibi cansız ve çirkin değildir.
Ten kapısı, ten duvarı gibi uyanıktır... cennet evi de diridir; çünkü padişahlar padişahına mensuptur orası!
Ağaç da cennet ehliyle konuşur, söz söyler, meyve de, akan duru sular da!
Çünkü cenneti aletle yapmamışlardır ki... orası amellerden, niyetlerden yapılmadır.(4/472-475. Mesnevi)
Olan biten her şey ameller ve niyetler.
Lafın bir yerinde cehenneme döndü ev demişti anne. Her kesin de yaşadığı mekan cennet olsun isteğini biliyordum zaten. Hem burada hem asıl yurtta.
Habire inşaat yapıp durmadayız diyordu Kılavuzum. Amellerimiz ve niyetlerimiz de malzemeler. Kızan kendine kızıyor. Öfkelenen, kendi malzemelerine. Sızlanan kendi amellerine ve niyetlerine. Yine ve hep ve daima kendimize döndüren bir bakış.
Kadın duyamadı söylenenleri. Galiba bunlar benim içindi. Bana nasihat. Onu dinlerken beni de eğitiyordu. İşin aslı budur demeye getiriyordu. Ben alacaklarımı aldım. Ve onun terapisi ne diye kulak kesildim.
Süleyman her sabah halkı irşad için mescide girdi mi,
Gah sözle, gâh nameyle, sazla gâh işle, yani rükû ederek, yahut namaz kılarak halka öğüt verirdi.
İşle olan öğüt, halkı daha ziyade çeker... çünkü bu öğüdü sağırların bile can kulakları duyar!
Sonra bu öğüt de emirlik vehmi de az olur... bu yüzden halka adamakıllı tesir eder!(4/483-486. Mesnevi)
Nasihatin nasıl yapılacağı, nasıl daha tesirli olacağı. Buydu kadının terapisi. İşle olan öğüt halkı daha ziyade çeker. Yaparak bizzat göstererek. Model olarak.
Babası oku adam ol diyordu sözleriyle. Peki asıl tesirli olan iş ve amel tarafıyla ne mesaj veriyordu. Öyle diyorum ama her gece dışarıda vakit geçirmek gerekir. İçki iç. Başka kadınlarla düşüp kalk. Ev çok önemli bir yer değildir. Ara sıra uğramak yeterlidir. Okumakla da bir şey olmaz. Benim elimde hiç kitap gördün mü?
Çocuk ta aslında onun gerçekte verdiği mesajı yerine getiriyordu. Kavga ediyordu. Çünkü babası ve annesi de problemlerini kavga ederek çözüyordu. Başkalarına değer vermiyordu. Kendine de. Çünkü değer görmüyordu. Bir kez bile sorulmamıştı ne istiyorsun diye.
Bir gün veli toplantısına gitmiştim kızlarımın okuluna. Sınıf öğretmeni ben içeri girdiğimde çocuklarla nasıl iletişim kurulacağına dair velilere açıklama yapıyordu. Beni görünce, siz de bir şeyler söylemek ister misiniz diye beni davet etti. Ben de anlattım dilim döndüğünce. Yaşlı bir amca eliyle işaret ederek söyleyecekleri olduğunu belli etti. Ve anlatmaya başladı. Ben yedi torun okuttum. Hepside başarılı. Şimdi de bir tanesi bu okulda. Anneler ve babalar çocukları odalarına gönderip iyice de bir tembihliyorlar çalışın diye sonra da televizyonun başına geçip vakitlerini öldürüyorlar. Ben bunu yanlış buluyorum dedi ve ilave etti. Ben her gün torunlarımdan bugün okulda neler gördüler, ev ödevleri ne, yazılı olarak isterim ve bakarım. Onlar odalarına gidip ders çalışırken ben de yanlarında oturur elime kitap alır ve yaklaşık bir saat onların yanında okurum. Onlara bu yaşımda neyin önemli olduğunu hal diliyle anlatırım.
Yoruma gerek var mı?
Tanrı razı olsun,Osman’ın ilk halifeliğindeki hutbesi,işle öğüt veren,sözle öğüt verenden yeğdir.
Osman, halife olur olmaz hemen koşup minbere çıktı.
Ulular ulusu peygamberin minberi üç basamaktı. Ebubekir, minbere çıkınca ikinci basamağa, Ömer de zamanında İslam’a ve dine saygısı dolayısıyla üçüncü basamağa oturmuştu.
Osman’ın devri gelince o üst basamağa çıktı, o bahtı kutlu, oraya oturdu.
Herze vekilin biri ona sordu: “İlk iki halife, Peygamberin yerine oturmadılar.
Sen nasıl oldu da onlardan üstün olmaya kalkışıyorsun? Halbuki mertebe bakımından onlardan aşağısın sen.”
Osman dedi ki: “Üçüncü basamağa otursaydım beni Ömer’e benziyorum sanırlardı.
İkinci basamağa otursaydım diyebilirlerdi ki bu Ebubekir’e benziyor, onun misli!
Bu üst basamak, Mustafa’nın makamı... o padişaha benzememe zaten imkanı yok.
Ondan sonra o merhametli halife, hutbe okuyacak yerde ta ikindiye yakın bir zamana kadar sustu kaldı.
Kimse de, hadi okusana diyecek bir kudret de yoktu, mescitten çıkıp gidecek kudret de!
Halkın ileri olanlarına da bir heybet çökmüştü, bayağılarına da. Mescidin içi, damı nurla dolmuştu!
Can gözü açık olanlar o nuru görüyorlardı... bırak onları, körler bile o nurla hararete gelmiş coşmuşlardı! (4/486-499. Mesnevi)
Çay geldi. Çay sıcacıktı. Rüzgarsa ılık.
Kadın ne söyleyelim, ona ne anlatalım demekten vazgeçmişti. Ne yapabilirim. Niyet ve işlerimi nasıl değiştirebilirim demeye başlamıştı.
Laf gediğine konmuş mesaj yerine ulaşmıştı. Keyiflendik.
İşle öğüt veren, sözle öğüt verenden yeğdir. (4/486. Mesnevi)
www.pozitifdegisim.com